Pek çok bilim insanına göre yeni bir jeolojik çağa girdik. Bu yeni çağın en belirgin özelliği doğal olaylardan ziyade insani olaylardan etkileniyor olması; bu yüzden ona Antroposen adı veriliyor.
Antroposen çağında dünyanın insan eli değmemiş, dolayısıyla doğal kalmış köşeleri gitgide azalırken, tamamen insan yapımı olan kentsel yerleşim alanları genişliyor. Bunun sonucunda insan ve diğer canlıların beraber yaşayabildiği kırsal alana özgü kültür-doğa ayrımı da ortadan kalkıyor. Dünya fiziki bakımdan iklim bölgelerine ve siyasi bakımdan ülkelere göre sınırları çizilmiş bir harita ile temsil edilmekten çok, megapollerin düğüm yerlerini işaret ettiği bir ağın sardığı küresel bir haritayla temsil ediliyor.
Medeniyetlerin doğduğu yerler olan şehirlerin akılsal ve ahlaki düzenlerini bozacak denli ölçek büyümesiyle ortaya çıkan megapoller de medeniyetlerin çöküşünü temsil ediyor. Medeniyetlerin inşa edildiği şehirler kozmopolit bir toplumsal yapıya, farklılıkların bir arada yaşamasına uygun çoğulcu bir iklime, gündelik hayatın estetik deneyimine imkân veren bir armoni ve ritme sahipti. Oysa medeniyetlerin içlerinde yıkılıp dağıldığı megapoller kaotik bir toplumsal yapıya, ötekilerin sadece yan yana yaşayabilmesini sağlayan bir çokluk ortamına ve gündelik hayatın bir tüketim faaliyetine indirgendiği gürültü ve hıza sahip.
İnsan-sonrası evre
Artık tamamen insan üretimi bir mekânda yaşıyoruz; ama insan da insan-sonrası bir evreye girdi. Aslında içinde yaşadığımız sürecin birbirini tamamlayan iki farklı boyutu bu. İkisinin ortak özelliği yapaylaşma; yaşam alanları doğallığını yitirip insan ürünü bir hal alırken, insan da hem bedensel hem zihinsel olarak doğallığını yitirip "insan-ürünü" bir hal alıyor. Böylece canlılar ile makinelerin, doğal ile yapay zekanın iç içe geçtiği bu çağda sanat da gittikçe insanı konu etmekten vazgeçerek ilgisini insan ile insan-olmayan arasındaki sınırın aşındığı haller ve dünyaya yöneltiyor.
Bu bağlamda 16. İstanbul Bienali'nin sergi mekanları, çağdaş dünyanın bir etnografya müzesi olarak gezilebilir. Nitekim Bienal, sergilenen işleri insanın etkilerini, izlediği yolları, bıraktığı izleri ve insan-olmayanlarla etkileşimini araştıran antropolojik araştırmalar olarak görmeye davet ediyor.
Bienalin ana başlığı olan Yedinci Kıta, Antroposen çağının küresel ısınmayla birlikte en görünür sonuçlarından biri olan, Pasifik Okyanusu'nun ortasındaki devasa çöp yığınına verilen ad. Okyanusun üzerinde yüzen bu plastik çöp yığını, neredeyse 3,5 milyon kilometrekare genişliği ve 7 milyon ton ağırlığıyla insan yapımı bir kıta gibi. İnsanlığın, onun ürettiği kent hayatının, uygarlığın ve modernliğin atıklarının okyanusun ortasında bir "yok-yer" olarak yeni bir kıtanın oluşmasına neden olacak kadar büyük bir hacme ulaşmış olması hayatı tehdit eden durumun vahametini gösteriyor.
İşte 16. İstanbul Bienali ekolojik sorunlar üzerinde sanatçılar, felsefeciler, antropologlar ve çevreci aktivistler gibi entelektüel, akademik ve politik kesimlerden insanların birlikte çalışıp sorunsallaştırması için bu olayı bir çıkış noktası olarak alıyor.
Calvino, 1970'lerde gördü "Yedinci Kıta"yı!..
Okyanusun üzerinde insan ürünü olarak ortaya çıkmış olan bu atıklardan ve plastik çöplerden kıta, Italo Calvino'nun Görünmez Kentler adlı edebi yapıtındaki hayali kentlerden biri olan Leonia'yı hatırlatıyor. Calvino, Görünmez Kentler'de Marco Polo'nun ağzından anlattığı seyahatnameyle aslında çağdaş dünyanın kentsel imgelerinden oluşan bir masal diyarında gezdiriyor okuru. Bu kentsel imgelerden biri de Leonia. Burası tam bir tüketim cenneti. Burada yaşayan insanlar her gün yenilenen bir sabaha uyanıyor: yeni açılan sabunlarla yıkanıyor, yepyeni elbiseler giyiyor, en son teknoloji ürünü buzdolaplarındaki taze sütlerini açarken, son model radyolarından yeni şarkılar dinliyorlar.
Dünde kalanlar ise tertemiz plastik torbaların içinde kaldırımların kenarında yığılmış olarak çöp arabalarını beklemektedir. Bitmiş diş macunu tüpleri, yanmış ampuller, eski gazeteler, kitaplar, eşyalar vs. Leonia'nın zenginliği her gün üretilen, alınıp satılan mallardan çok, yenilerine yer açmak için kaldırılıp atılan eşyalarla ölçülür. Burada yaşayan insanların duygusu yeni olandan haz almakla eskimiş olandan iğrenmek arasında gidip gelmektedir. Çöpçülerin bir önceki günün atıklarını toplama işi bir arınma ayini gibi yapılmaktadır.
Çöpçüler atıkları her gün nereye götürmektedir? Bunu kimse merak edip sormaz; çünkü cevabı herkes bilmektedir. Çöpler kent dışına, uzaklara bırakılmaktadır. Kentin her yıl genişlemesiyle çöpler yakınlaşmakta, her seferinde çöpler daha uzağa bırakılmak zorunda kalınmaktadır. Atıklar çoğaldıkça çöp yığınları yükselmekte ve genişleyen bir çember halinde kenti kuşatmaktadır. Sonuçta çöpler üst üste yığılan katmanlarla yükselerek Leonia'yı çepeçevre kuşatır, yıkılmaz bir atıklar kalesi haline gelir, kentin her noktasından görülen bir sıradağa benzer.
Calvino, daha 1970'li yılların başında Yedinci Kıtayı görmüş gibidir.
Bu yüzden Yedinci Kıtaya bir ad verilecekse, benim önerim Leonia'dır.