Her çılgın proje bir ütopya olarak sunulur. Evet, ütopyaların çılgın bir tarafı vardır; fakat çılgın sıfatı, Derrida'nın Platon'un Eczanesi'nde "pharmakon" kelimesi üzerinden gösterdiği gibi birbirine karşıt iki anlamı bünyesinde barındıran çelişkili kelimelerdendir. Çılgın, aklı zorlayan, akıl ötesi, devrimci ve yenilikçi durumlara gönderme yapabilir. Ama aynı zamanda akla aykırı, vicdanla bağdaşmayan, akıl dışı, yıkıcı durumlara da gönderme yapabilir. Burada çılgınlığın anlamını belirleyen dolayısıyla akıl karşısında aldığı konumdur.
Kanal İstanbul projesinin de bir çılgın proje olarak değerlendirilmesi akıl ve vicdan ölçütlerine göre yapılabilir. Kanal İstanbul'un bir ütopya olarak da umut mekanını mı yoksa ahir zamanı mı temsil edeceği, toplumsal faydaya göre mi yoksa ekonomik kara göre mi tasarlandığına bağlı olarak değerlendirilebilir. Burada bir mega projenin araçsal aklın ürünü mü bilimsel aklın ürünü mü olduğu da sorulmalıdır.
Ütopyacı kent planlaması, insanın hükümran müdahalesi ile var olan daha organik kentsel yapının tümüyle yıkılarak, yerine tamamen mekanik, rasyonel ve işlevsel olanın geçirilmesini amaçlayan Aydınlanma düşüncesinin bir ürünüdür.
Tarihsel deneyimler bize teorik olarak mükemmel bir hayat vaadi olarak sunulan ütopyaların, pratiğe geçtiğinde birçok kötü sonuçlar ortaya çıkardığını göstermektedir.
Proje tasarlanırken bilimsel yetersizlik ve başka nedenlerden dolayı hesaplanamayan olumsuz sonuçlar projenin tasarlandığı gibi uygulanmasını tahrip edici bir faaliyete dönüştürmekte ve bir ütopya olarak tasarlanan proje böylece bir distopya haline gelmektedir.
Kanal İstanbul projesinin, amaç bakımından dünyadaki benzerlerinden çok belirgin bir farkı var. Dünyanın çeşitli yerlerindeki kanalların asıl amacı deniz taşımacılığını kolaylaştırmak ve ekonomik bir çözüm sağlamakken, zaten doğal bir kanalın olduğu bölgede böyle bir amaç söz konusu değildir. Kanal İstanbul projesinin daha gerçek amacı, İstanbul'un topografik ve demografik yapısını temelden ve geri döndürülemez şekilde değiştirecek ölçüde bir mega şantiye kurarak inşaat sektörüne büyük bir kaynak yaratmaktır. Sırf arsa spekülatörlerinin vaadi gerçekleşsin ve inşaat lobisinin beklentileri karşılansın diye, beklenen depremden daha yıkıcı etkileri olabilecek bir projeyle İstanbul'un coğrafyasına ve İstanbulluların hayatına saygısız bir şekilde müdahale edilmektedir.
Kanal İstanbul projesi hazırlanırken İstanbul'un ve çevresinin ekosistemi, nüfus planlaması, altyapı yatırımları, ekonomik kaynakları gibi pek çok önemli mesele yeterince detaylı bir şekilde tartışılmamıştır. Bugün de proje uygulamaya geçirilmeye girişilirken tartışmadan kaçınılmakta ve son zamanların icadı olan, eleştiri ve sorgulamaya karşı bir baskı aygıtı olarak kullanılan "beka sorunu" içinde kutsallaştırılmaktadır. İstanbul ve çevresinin geleceğini belirleyecek olan böylesine büyük bir proje, kentte yaşayanların ve ülke kamuoyunun tartışmasına açılmamakta, kitlelere bir seçim hakkı tanınmamakta ve süreç şeffaf olmayan bir biçimde yürütülmeye çalışılmaktadır. Oysa projenin bilinen kısımlarında bile bilimsel açıdan birçok kaygı verici hususlar vardır.
Ece Ceylan Baba, Cogito dergisinin 90. sayısında yer alan makalesinde -"Kanal İstanbul: Ütopya mı, Distopya mı?"- projenin risklerini tespit ederek sistematik ve herkesin anlayabileceği şekilde açıklıyor. Ben de burada onun yazısını yorumlar katarak özetliyorum. Baba, İstanbul için bir ütopya olarak sunulan projenin bir distopyaya dönüşme riskine vurgu yapıyor. Çılgın projeler, genellikle herkesin aklının alamayacağı, akıl ötesi fikirler olarak sunulur, ama uygulamaya geçildiğinde aslında çılgınlığın bir delilik olduğu, herkesin vicdanının kabul etmeyeceği, akıl dışı bir fikir olduğu anlaşılır. Ama maalesef artık çok geçtir, çünkü çılgın projeler onarılamayacak şekilde yıkıcı olurlar.
Ütopyalar matematiksel ve mekanik bir düzen, otoriter ve totaliter bir tavır, mutlakiyetçilik ve normatiflikten aldıkları güçle kendilerini eleştiri ve tartışmaya kapatırlar. Ütopyalar daha en başta, Platon'un Devlet'i ile, ideal bir devlet teorisinin edebi bir türü olarak ortaya çıkmıştır. Ütopyalar Rönesans'tan itibaren kusursuz bir toplum arayışıyla devlet teorileri olarak üretilmiştir.
Ütopyalar, önce toplumsal hayatın düşünülüp, sonra ona göre uygun bir kent planının yapıldığı projeler değildir. Önce mükemmel kent planının matematiksel ilkelere göre tasarlandığı ve sonra toplumsal hayatın bu matematiksel plan tarafından belirlendiği projelerdir. Bu bakımdan ütopyalar birer toplum mühendisliğidir. İdeal kent sınırları içindeki her türlü olasılığı zapt etmek ve denetlemek ister. Bu nedenle ütopik projeler kamusal bir uzlaşıyla değil, aksine tepeden dayatmayla uygulanabilirler. Ortak akıl yerine dayatmacı bir "şahsi" akla ilişkin olan ütopyalar, gerçekleştirmeye girişildiklerinde genellikle beklenmeyen çeşitli yan etkiler üretirler ve böylece kaçınılmaz olarak hemen distopyalar haline gelirler.
Günümüzde kentler küresel sermayenin ilgisini çekebilmek için aralarında rekabet halindedir. Yerel yöneticiler kentleri küresel pazarda rekabete sunarken büyük ölçekli altyapı projelerine yatırım yapmakta, yabancı yatırımcılara garantiler vermekte ve kentsel mekanı satılabilir bir tüketim metaı gibi pazarlamaktadır. Yabancı yatırımcılara hitap edecek bir kent imajı üretmek üzere tasarlanan büyük ölçekli altyapı projeleri, kentsel hayatı kolaylaştırmak ve kente fayda sağlamak yerine aslında sadece ilgi çekmeyi amaçlar. Bu yüzden rasyonel projelerden çok sansasyonel kentsel projeler tasarlanır ve gösteri ihtiyacın önüne geçer. Gösteri amaçlı kentsel projelerin gerçekleşmesi büyük maliyetler gerektirdiğinden israf ve borca neden olur.
Mega projeler, bütçeleri milyar dolarla ölçülen, inşa edilmesi pek çok farklı boyutta bedelleri olan, insan, hayvan, doğa, ekosistem üzerinde büyük etkileri olan kompleks ve kompleksli projelerdir. Kentlerin ihtiyaç temelli planlama anlayışının yerine, rant geliri üretme temelli tasarlama anlayışına göre dönüşmesine neden olurlar.
Yeni rant alanları üretmek için tasarlanan çılgın projelerin inşası için seçilen yerler, spekülasyona açık yerlerdir. Henüz kent sınırlarında bulunmayan fakat kente kolayca dahil edilebilecek alanlar tercih edilir. Böylece düşük değerli kent dışı araziler proje alanı haline getirilerek değeri arttırılır. Dolayısıyla mega projeler, kentlerin imar dışı arazilerini imara açarak bölgeyi yatırımcılar için bir cazibe merkezine dönüştürür.
Yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi oluşturmak için tasarlanan ve inşa edilen mega projeler, ne beklenen ekonomik geliri sağlamakta ne de toplumsal fayda sağlamaktadır. Örnek olarak Osman Gazi Köprüsü'nden Yavuz Selim Köprüsü'ne, yeni İstanbul Havalimanı'ndan şehir hastanelerine kadar birçok proje sayılabilir. Projelerin maliyeti hesaplanan seviyeleri aşarken, gelirler tahmin edilen rakamların altında kalmaktadır. Ekonomik büyümeyi desteklemek için tasarlanan bu projeler, bilakis devlete ve topluma yeni borçlar yüklemektedir.
Yöneticiler ve iktidar yandaşı görüş etkileyiciler tarafından büyük kalkınma girişimleri ve gelecek yatırımları olarak sunulan bu mega projeler, tamamlandıklarında toplumsal, çevresel ve ekonomik alanlarda geri dönüşü olmayan tahriplere neden olmaktadır. Kısaca, yöneticiler tarafından sürekli bir kalkınma yanılsaması yaratıp iktidarlarını sürdürmek ve toplumu "idare" etmek için bir umut siyasetinin önemli bir parçası olarak tasarlanan mega projelere dayalı ütopyalar, gerçekleşir gerçekleşmez kısa sürede bir enkaza dönüşmekte ve böylece yöneticilerin iktidarlarını aşındıran bir yanılsama bozumuna neden olan bir distopya haline gelmektedir.