Konuyla ilgilenenlerin bildiği gibi, yerel seçimlerden sonra tanıştığımız bazı başkanlar, il yahut ilçe fark etmedi, özellikle tiyatro yönetme işinde zorlanıyorlar.
Oysa zaten bu işe girmemeleri, yani tiyatroları, kendi yönetim sınırları içinde bulunan sanat kuruluşlarını yönetmemeleri gerekiyor. Çok basit, sanat özerktir. Özerk olmazsa sanat olmaz. Belki ortaya bazı ürünler çıkar, ancak orada sanat için uygun koşullardan, yaratıcı, üretici sürecin işlediğinden ve geleceği içerecek sanatsal üretimlerden sözetmek, onları ummak mümkün olmaz.
Art Counsil'in[1] ana sayfasında şöyle bir cümle var:
Kim olursa olsun veya nerede yaşarsa yaşasın herkese, yaratıcılığının gelişmesine izin verme şansı verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ayrıca hepimiz kapımızın önünde bir dizi harika kültürel deneyime erişebilmeliyiz. Haydi Yaratalım!
Evet burada anahtar ifade bu: Haydi yaratalım. Kim yaratacak: Yaratmayı isteyenler, yaratmayı hedef edinmiş, bunun için çalışmış, eğitim almış-vermiş, yaratıcı üretimler içinde bulunmuş, deneyim kazanmış kişiler. Onların yaratıcılıkları desteklenip, olanakları arttırılınca kültürel ürünler, deneyimler çoğalacak ve yayılacak.
Eğer herkes kapısının önüne kadar gelen bir dizi harika kültürel deneyime erişebilirse, yaratacak olanlar, yaratma niyetiyle buluşacak olanlar da çoğalacak, kim olursa olsun herkes yaratabilecek böylelikle de –umudumuz o ki- hayat değişecek. Yerel yönetimler burada devreye giriyorlar; ahalinin kapısının önüne kültürel etkinliği getirmek, o fırsatı herkes için yaratmak onların işi… Her ideoloji kültürel ihtiyacı kendi çerçevesiyle tanımlar, o ilan eder, paylaşır ve yönetime geldiğinde de ilan-vaat ettiklerini hayata geçirir. Zaten oy veren de bu çerçevelere, ideolojinin bu çeşit yansımalarına bakar, hangisini istediğine karar verir ve sandıkta ona işaret eder. Biliyoruz ki kültür alanı boş kalmaz, sanatla, edebiyatla, bilimle doldurabilirsiniz yahut din doldurur, hurafe doldurur, mit doldurur; ama mutlaka bir şey doldurur. Çünkü insan beyni boşluk kaldırmaz!
Uzunca bir zaman alsa da iptal edilen festivaller, konserler, giysilerine, şarkılarına müdahale edilen sanatçılar derken, ahali biraz nefes almak istediğini, her attığı adımın, bazı kültürel denetçilerce düzenlenmesini istemediğini 31 Mart yerel seçimlerinde belirtti. Şimdi iktidara getirdiği anlayışın bu sorumluluğu taşıması yani belirli düzeyde farklılıklar içeren uygulamalar yapması beklenir.
İlk haber hangisinden geldi yanıltmayayım, ama galiba once İzmir Şehir Tiyatrosu'nda bir sorun olabileceği görüldü, Yücel Erten deneyimli bir yönetici olduğu için yaklaşan meseleye erkence işaret etti. Ardından Tarsus Şehir Tiyatrosu'nun oyuncuları çayhaneye, veterinerliğe, temizlik işlerine gönderildiler ve Nilüfer'de Daltabanlar'ın gideceği anlaşıldı.
Bildiğinizi düşünsem de kısaca her birinde neler olduğunu özetleyeyim, benzerliklerine ve sorunun kristalize olduğu başlıklara değinmek üzere referansımız oluşsun.
Akıl almaz bir örnek olduğu için Tarsus'la başlayayım.
31 Mart 2024'de yerel seçim yapılır. Tarsus belediye başkanı değişir. Haluk Bozdoğan'ın yerine, aynı partiden Ali Boltaç seçilir. 2019 yılındaki yerel seçimlerin ardından Tarsus'un yeni belediye başkanı "Tiyatro Hizmetleri Müdürlüğü"nü kurar ve bir tiyatroyu hayata geçirmek için çalışır. Tarsus Şehir Tiyatrosu 2020'de ilk oyunlarını oynayarak, perdesini açar. Tiyatronun bu kısa sureli tarihinin içinden iki büyük felaket geçer: Covic-19 pandemisi ve deprem. Tiyatro bu koşullarda hayatını sürdürmeye, oyuncular oyun çalışmaya devam ederler ve toplamda yedi (sadece) oyuncuyla, beş oyun çıkarırlar. Zorlukların ardından yeni dönemde yeni oyunlar, yeni imkanlar beklenirken, yeni belediye başkanı tiyatronun etkinliklerine son verdiklerini açıklar ve tiyatronun oyuncularını başka birimlere gönderir. Sağlık Müdürlüğüne gönderilen bir oyuncu, paspas yapar, çay yapar, büro işlerine bakar, tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni olarak görev yapan bir başka oyuncu veteriner müdürlüğünde çalışır vs. Belediye Başkanı Boltaç, bu tuhaflığa karşılık olarak "müdürlük içinde bazı sıkıntılı durumlar vardı, onunla ilgili tasarruflarda bulurduk, zaten arkadaşların girişi de büro personeliydi" gibi bir açıklama yapar. Oyuncular saga sola dağıtıldığı için haberler "Tarsus Şehir Tiyatrosu kapatıldı" şeklinde çıkınca onu düzeltmek istemiştir, "kapatmadık" demek üzere bu açıklamayı yapmıştır. Şimdiki plan 20 oyuncunun işe alınacağı, tiyatronun Tarsus'un tiyatrosu olacağı, hizmetlerin devam edeceği biçiminde... Sonuç, oyunculardan ilk aşamada 2'si, sonra da kalan 5'i istifaen ayrıldılar. Başkan'ın açıklaması, "kendileri istifa etti" şeklinde. Açıklamalardaki ve tutumdaki sorunlara döneceğim. Diğerlerine bakalım.
Nilüfer Kent Tiyatrosu (NKT) 2017'de bir şehir tiyatrosu kimliğine kavuşuyor. Ancak 2007'den bu yana turnelerle, ortak prodüksiyonlarla, festival benzeri etkinlikleriyle faaliyet içinde. Kuruluşu ve gelişmesi Mustafa Bozbey'in uzun sureli (1999-2019) belediye başkanlığı sırasında gerçekleşmiş. Bozbey 31 Mart yerel seçimlerinde Bursa BB Belediye Başkanlığına seçilmiş. Yani Nilüfer'de yapıp ettikleriyle, başarılı görülmüş ve büyük şehri yönetebileceği düşünülmüş. NKT bu süreler içinde sırayla, Engin Alkan, Ali Düşenkalkar ve Murat Daltaban ile Genel Sanat Yönetmeni olarak anlaşmış. Yönetmeliğe gore, bu süre üç yıl. Ancak 31 Mart seçimi sonrasında yeni seçilen Başkan Şadi Özdemir bu sürenin bitmesini beklemeden, Özlem ve Murat Daltaban'ın yöneticiliklerini sonlandırmış.
Uzun sure randevu almayı bekledikten sonra ilk görüşmelerinde, onlar yaz döneminin ve yeni sezonun projelerini anlatırken, "biz farklı kadrolarla çalışacağız, siz yolunuza bakın" demiş, hiç bir gerekçe sunmaksızın... Bu sırada tiyatronun başlamış pek çok projesi, devam eden ve etmesi gereken anlaşmaları vs. var. Çünkü hem NKT'nin nispeten köklü geçmişi ve esas olarak Özlem ve Murat Daltaban'ın tiyatroya taşıdıkları networkün bir sonucu olarak, tiyatro oldukça geniş bir alanda proje üretir durumda. Üstelik son iki yılda yaptıkları oyunlarla, (yakın olmanın avantajını da kullanarak, İstanbul'u da içine alan) geniş bir seyirci kitlesine ulaşmış, tiyatromuzun en prestijli iki ödülünü dolabına koymuş: Afife ve TEB (Tiyatro Eleştirmenleri Birliği) En İyi Oyun ödülleri. En İyi Yönetmen de, oyunculuk adaylıkları da… Sayısız başarı kayıt altında. Sonuç, "siz yolunuza bakın"… Sonra açıklamalarda bir kelime geliyor kulaklarına, "biz sadeleşiyoruz"
İzmir Şehir Tiyatrosu 70 yıllık bir macera. Avni Dilligil'le başlayan ilk period 5 yıl sürmüş. Ardından çeşitli denemeler, Özdemir Nutku'nun neredeyse prömiyere kadar uzanan girişimi, ama sonuç alınamamış. Bu makus talihi kıran Tunç Soyer oldu ve belediye başkanı seçildikten hemen sonra Hülya Nutku'nun desteğiyle çalışmalara başladı ve tiyatroyu Ağustos 2020'deki belediye meclisi kararıyla kurdu. Kurucu Genel Sanat Yönetmeni olarak da Yücel Erten'e yetki verdi. Yine yönetmeliğe gore üç yıllık bir sure. Taraflar karşılıklı olarak isterse, bir dönem daha uzatılır. Yeni Başkan Cemil Tugay, Erten'in randevu talebine iki ayı aşan bir sure yanıt vermiyor, bu süreçte çevrede bazı isimler dolaşıma giriyor, çeşitli dedikodular yazılıp çizilmeye başlıyor ve tiyatronun içine ulaşan bu sis bulutu bir tatsızlığa, huzursuzluğa dönüşüyor. Bir sure sonra yeni başkan bir bürokratı aracılığıyla, "başkasıyla devam edeceğiz" haberi gönderiyor.
Gerekçe yok, yüz yüze görüşmek, el sıkışmak yok, alışveriş yok.
31 Mart 2024 sonrasında yerel yönetimlerin tiyatro serüveni böyle görünüyor.
Şimdi ortaklıklarına bakalım.
Her üçünde de bir sanat kurumunun yönetici ve sanatçılarına gerekli nezaket ve saygının gösterilmediği görünüyor. Tarsus'ta Genel Sanat Yönetmeni Veteriner Müdürlüğü içinde koöpek bakım ve ıslaevine gönderilmiş. Oyuncuların büro ve temizlik işlerinde, çay servisinde görevlendirildiğini görüyoruz. Bu işler yapılmaz, yapılmaması gereken işlerdir demiyorum, ama bu işler "oyuncu" olarak çalışacaksınız diyerek istihdam edilmiş insanların işleri değil. Bu takdirde bunun mevzuattaki karşılığı açık olarak "mobbing". Oyuncular da bu mobbing nedeniyle istifa ediyorlar.
Yücel Erten ve Daltabanlar örneğinde yeni seçilen başkanın randevu verme konusunda ayak sürüdüğünü görüyoruz. Nezaketsizlik evet, aynı zamanda icranın başında olmaları nedeniyle sorun. Bir anlamda işlerin yürümesine, kurumun işlevini yerine getirmesine kayıtsız kalmak… Başka birimlerin randevu talepleri de böyle mi karşılanmıştı acaba? Sonuçta Daltabanlar görüşüyor, onlara yarım ağız, sizinle çalışmayacağız deniyor, Erten'e hiç görüşmeden aracılar vasıtasıyla, başkasıyla devam edileceği söyleniyor. Cem Mansur'u hatırlar mısınız, Cemal Reşit Rey'in Genel Sanat Yönetmenliği'ni kabul ettiğinde ne sevinmiştik. İki yılı dolmadan bir telefon mesajıyla görevden alınmıştı, haber verilmeden, yine yüz yüze görüşülmeden…
Görevden alabilme yetkilerinin olmasını, almak için yeterli gördükleri anlaşılıyor. Nezaketsizlikleri buradan geliyor olabilir mi? Bir çeşit görgü-süzlük. Bildik anlamda kullanmıyorum kelimeyi, peçete kullanmayı bilmiyor anlamında değil, yöneticilik anlamında görgü çeşitliliğinden noksanlık, ufuk eksikliği olarak tanımlayabilir miyiz? Bir alanda yetkinin geniş olması, yetkiyi kullanacak olanın hareket kabiliyetini değil, sorumluluğu arttırır. Bu yetkiyi kullanacak kişinin, bütün bu geniş alanda yetki kullanabilecek donanımda olduğu varsayılmıştır. Öyleyse?...
Bir diğer ortaklık mevzuat meselesi. Demokratik ülkelerde söz konusu geniş yetkiler, aynı zamanda mevzuatla tanımlanır ve sınırlanır. Yöneticiye düşen, yetkisini mevzuat içinde uygulamasıdır. Uygarlık-yasalı toplum ilişkisi hani… Tarsus'ta nasıl bir mevzuat var bilmiyoruz, yapılan tuhaf görevlendirmelerin mevzuatın ruhuna değil ama lafzına uygun olduğu söylenebilir; o takdirde daha kötü. Kuruluş çalışmaları yapılırken, bu konuların gözetilmediği anlaşılıyor. Ardından gelen felaketler de onları bu meseleleri düşünmekten uzağa düşürmüş belli ki. Nispî bir rahatlama gelmişken seçilen yeni yönetimin öncelikle bu eksiği gidermesi beklenir. Tiyatroyu bir yönetmeliğe kavuşturalım, herkes yetkisini, sorumluluğunu bilsin vs… Görüldüğü gibi onun yerine, mevcut boşluk tiyatroyu durdurmak yahut oradaki kadroyu yok etmek için değerlendirilmiş.
Nilüfer'de ise daha oturmuş bir yapı olduğunu, hatta önceki sanat yönetmeni atamaları vs'de katılımcı bir yöntem uygulandığını biliyoruz, ancak son görevden almada yönetmelik açıkça çiğneniyor. Yönetmeliğin değişeceği ve başkanın istediği kişiyi atamak için gerekli mevzuatı hazırlayacağı da bu uygulamadan anlaşılıyor. Zaten Özlem Daltaban bunu T24'e verdiği röportajda söylemiş: "Ödenekli kurumlar için sihirli kelime yönetmelik. Özel tiyatroda böyle bir şey yok. Bu çok tipik bir alışkanlık. Canları istediği gibi, arzu ettikleri gibi iş yapabilmek için hemen yönetmelik değişir. Bir sabah uyanırsın yönetmelik meclisten geçmiş."[2]
İzmir'de tam olarak bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Haziran'da Yücel Erten'in sözleşme süresi bitiyor. Dolayısıyla buraya kadar bir sorun yok, davranış nezaketsiz ama, mevzuat yerinde duruyor hâlâ. Ancak atanacak kişi için, yöneticiler açısından durum şöyle: Öyle bağımsız kurullara filan gerek yok, yönetmelik değiştirilir, istenilen kişi atanır. Şimdi nasıl bir atama yapılacak, merakla bekleniyor, çünkü tiyatronun kuruluş ilkelerinden, hemen ilk dönemin, yani daha üçüncü yılın sonunda vazgeçiyoruz. Oysa o mevzuat, içinde -her zaman çok özleyeceğimiz- Hülya Nutku'nun da bulunduğu, tiyatroya çok emek vermiş, iş-akıl-önem üretmiş, bir grup hakiki tiyatro işçisi tarafından uzun uzun çalışılarak, titizlikle hazırlanmıştı. Bu güne kadar ödenekli kurumlarımızda yaşanan bütün olumsuzluklardan sonuçlar çıkarılmış, tiyatrosu gelişmiş, başka ülkelerden örneklere bakılmış, ülkenin, kentin ihtiyaçları düşünülerek, örnek ve özerk bir yapı oluşturulmuştu. Genel Sanat Yönetmeni nasıl başvurur, başvuru nasıl değerlendirilir, atama nasıl olur, denetim nasıl sağlanır, işleyiş nasıl hem özgür, hem özerk hem de kurallar içinde gerçekleşir vs. vs. vs.
Bir üçüncü ortaklık, buna bütün yöneticiler kızacaktır, ancak bu bölüm bizi gerçekten bu icraatlardan çıkaracağımız felsefi ya da realistik demek belki daha doğru, sonuçlara taşıyacak, bu nedenle söylenmesi zorunlu:
Bu kararları alan yöneticiler kendi alanlarına ne kadar hakimler, yani yöneticinin yetkinliği sorunu.
Yukarıda belirtmiştim, yetkinin genişliği, bu yetkiyi kullanacak olanın sorumluluğunu arttırır, hareket kabiliyeti bu büyük sorumluluğun getirdiği zorluklar nedeniyle geniştir, dolayısıyla büyük bir titizlikle kullanılmalıdır.
İzmit BB CHP'den AKP'ye geçtiğinde, yine Yücel Erten bu kez İzmit Şehir Tiyatrosu'nda görevden alınmaya çalışılırken, "böyle padişah gibi davranılmaz ki, tiyatronun mevzuatı, sanat yönetmeninin kimliği, kişiliği…" filan gibi yazılar yazılmıştı. Belediyenin tiyatroya yenice atanmış ilgili daire başkanı bize şöyle demişti: "Öyle diyorsunuz ama, yetkileri sahiden padişaha denk, şehirde ne isterse yapabilir". Sonuçta bakış açısı bu, yetki varsa kullanılır, istediğinizi yaparsınız, çünkü yapabiliyorsunuz! Demokratik bir toplumda yöneticinin sınırları, kontrol mekanizmasını harekete geçirecek entelektüel refleksler… Yok! mu?
İzmir'in yeni belediye başkanı, bu konudaki görüşlerini açıkça ifade etmiş: "Repertuardan iç işleyişe kadar her konuda genel sanat yönetmeni söz sahibi. Bu sistemi düzeltmemiz, sanatsal olarak özerk..." vs.
Yani, genel sanat yönetmeninin yetki alanının daraltılmalı, özerklik de belediye başkanının söz sahipliği biçimine dönüştürülmeli. O özerklik değil, diyeceksiniz, demeyin. Yine Cemal Reşit Rey geldi değil mi hatırlara: Orada bu meseleyi yönetmeliği değiştirerek toptan çözdüler, CRR'nin artık bir genel sanat yönetmeni yok! Tertemiz bir çözüm!
Yetkinliğe dönersek, belediye başkanı şehre her istediğini yapabiliyor, ama; bu makamın bir sınavı yok; bir sonraki seçime katılabilirsen ahali karar verebiliyor bazen, ama çoğunlukla içinde bulundukları siyasi ortamın gelenekleri, alışkanlıkları, adayın sahip olduğu ilişki ağları gibi, rasyonaliteden uzak ve ne yazık ki işgal ettikleri alanın ihtiyacını karşılamayacak öznel koşullardan geliyorlar. Oysa bir sanat yönetmeni için hem başlangıçta hem de devamında her zaman büyük sınavlar vardır. Birinci adımdan başlayarak sınavlardan geçersin, oyuncu yahut yönetmen olmak için yeterli beceriyi gösterirsen o ünvanı alırsın. Yandan dolaşarak almışsan, seyirci haddini bildirir. Bunu becerdin diyelim, yönetici olacaksan, bunu kanıtlaman gerekir, başarıp oraya geldin, repertuarın, seyirci kapasiten ve bunu değerlendirip değerlendiremediğin, ödüllerin, bilgin, birikimin, eğitimin, artistik becerilerin, sanat politikan, her gece seyirci karşısında sınanır. Oyun seçiminden, yönetmen-kast-yaratıcı ekip seçimine, bu toplamdan çıkan sonuç, her şey seyircinin gözü önündedir. Her oyunda oraya çıkan sonuç o gün sahnede olanlarla birlikte, sanat yönetmenin hanesine de yazılır…
En başa, yaratacak olanın kim olacağı sorusuna dönersek: Yaratma yetkisi, tayinle, sandıkla, el kaldırmayla kazanılamaz. Kimin yaratacağı sorusuna verilecek cevap, bellidir, liyakâti olan. Ne yazık ki, yalnızca bizde değil, bütün dünyada örneklerini gördüğümüz gibi politik makamlarda liyakat önem arzeden bir ayırıcı değil. Ama kimi yöneticileri iyilikle anarız, hala: Ankara'da çocukluğumdan aklıma kazınmış bir Vedat Dalokay vardı mesela, göreve geldiği ilk yıl, kent orkestrasının bütün enstrümantalistlerini park-bahçelere temizliğe gönderen Gökçek de vardı.
Sorun yaşayan her üç belediye de ana muhalefet partisine ait. Üstelik önceki yöneticileri de öyle. Buradan bu üç kentte yaşananların diğer önemli ortaklığına gelebiliriz: Görülüyor ki, CHP'nin bir kültür politikası yok! Varsa da hem icraatta pek görmüyoruz, hem de bize tanıtılmış bir muhatap yok. Sanat yönetimi nedir, sanat kurumlarına hangi prensiplerle yaklaşılır, iktidar-sanat ilişkisinde sosyal demokrasi hangi ilkelerle davranır ve hangileriyle davranırsa bu gelecek için, ülkenin kültür-sanat hayatı için anlamlı sonuçlar üretir, bunlar belirsiz.
İstanbul-Bakırköy'de, yine aynı partiden bir önceki belediye başkanının, 35 yıllık Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatrosu'na 1 lira bütçe verdiği hatırınızdadır. Doğru okudunuz, yazıyla "bir" lirayı yıllık bütçe olarak vermişti. BBT'deki arkadaşlarımız dekor kostüm depolarında ne buldularsa oyuna çevirip, sezonu yine de yeni oyunla açmış, seyircinin karşısına yüzakıyla çıkmayı başarmışlardı.
Çünkü biz işimizi, birileri bize bütçe verdiği, maaş ödediği için yapmayız. Bunun kanıtı, her yıl perde açan yüzlerce bağımsız oyundur. "Amaaaan, olduğu kadar, seyirci anlamaz, zaten bizim kadar bilmiyorlar ki" diye de yapmayız, Her birimiz, kendi en mükemmel halimizin toplamını seyircinin önüne koyabilmek için çalışırız. Bunun için yöneticilere, yönetmeliklere, bütçelere, bordrolara, kadrolara ihtiyacımız yoktur. Bu yüzden, sanatı sanatçılar yönetir, sanat kurumları özerk olmalıdır. Bütün bunlar, kapımızın önüne daha nitelikli kültürel deneyimler gelebilsin diye oluşturulur. Yani halkın kültürel ihtiyacını karşılamak için yöneticilerin yapması gerekenlerdir onlar, biz hep işimizi yapmaya devam ederiz.
Bu üç uygulamadan üç ifade kaldı bende: Tarsus'un tiyatrosu, sadeleşme ve her konuda o söz sahibi… Birbirini anıştıran, ne yazık ki populist ve bilgisizce oluşturulmuş ifadeler.
Sonuçta, sanat kurumlarının nasıl yönetileceği ve iktidarın sanat kurumlarıyla ilişkisi konusunda, muhalefet yahut iktidar, parti fark etmeksizin sorun yaşanıyor olmasının temel nedeni aynı. Sanat, iktidarla sonsuza kadar sürecek bir çatışma içindedir. Bu bir seçim değildir, politik bir tercih, bir yönelim değildir. Bu ontolojik bir zorunluluktur. Şöyle ki:
"... sanat eseri, varlığını kendisini uzamdan ayırmaya ve uyumlanmamaya tanımlamıştır. Bir sanat eserini alelade bir nesneden ayıran bu farklılığıdır, benzemek, zamanla değişime uğramak, yarar ya da dayanışma üretmek zorunda olmayışıdır. (Üretebilir, ancak bu ontolojik bir zorunluluk değildir.) Tersine bir kararlı tutumla bütün bu fonksiyonları reddetmesidir. Uzamla ve mekânla ilişkisi, yeryüzünün rasyonel işleyişinden bağımsızdır. Bu uyumsuzluk ilkesi, sanatın varlıksal nedeni olarak, içinde taşıdığı değişimin ya da muhalif olma özünün nedenidir. Ve aslında muhalefeti vaz eden şey, buradaki sonsuzluk imasıdır. Bu sembolik bir tehdittir."[3]
Bu sembolik tehdidi ortaya koyan kişi, sanatı üreten kişi, yani sanatçıdır. İktidarın gerçek sanatla karşılaştığında, hissettiği tehdit buradan gelir. Sonsuzluk karşısında, geçiciliğine yapılan vurgu, kelimelere dökülmeksizin, hissedilen ve huzursuzluk veren bir itirazın sesi... Sanatçının işi zordur, sadece varlığı –elbette burada sahici bir sanat üretimi, sahici tiyatro yapabilme eyleminden söz ediyoruz- bir ayırıcı ortam oluşturur ve gerilimi üretir. Tehdit algısını ortadan kaldıracak olan, yöneticinin bireysel olarak sanatla ilişkisi, burada geçirdiği zaman, harcadığı emek ve kendisine yaptığı yatırımdır. Belediye başkanlığının bir giriş ve mezuniyet sınavı yoktur evet, ancak burada ve benzeri alanlarda gösterdiği çaba, fark yaratacaktır. Bu nedenle herkesin kapısının önüne kadar gelen bir dizi kültürel deneyime, üretime ihtiyacı var. Bu üretimler, sonuç verinceye kadar birinci dersten yeniden başlayacağız: Ders - 1, çocuğum buna piyano derler!
Şimdilik sonuç, yine döndük sahile!
[1] Birleşik Krallık'taki bütün kültür ve sanat çalışmaları için rehberlik, kaynak, fon sağlayan bütçesini kamu kaynaklarından alan, ulusal düzeyde örgütlenmiş, özerk kuruluş.
[2] T24, Cansu Çamlıbel'le yüz yüze görüşme'den. 9 Temmuz 2024
[3] S. Hasar: Sanatsal Bağlamda Yaratıcı Toplumsal Hareketler, Yayınlanmamış doktora tezi 2018, Sy: 201