Şükrü Hatun

15 Mayıs 2017

Ljubljana’dan kalan...

“Hayat sana teşekkür ederim” hissi ile dönüyorum geri.

Ljubljana ( Lubyana olarak okunuyor), ismini ilk kez 1990 yıllarda Türk Tabipleri Birliği’nde (TTB) çalışırken sanırım Füsun abla ( Dr. Füsun Sayek)’dan duymuştum. O zamanlar ( yani “milyon yıl önce”), TTB olarak “Sağlıkta Eşitsizlikler” konusu ile uğraşıyorduk ve sanırım bu konuda  Dünya Sağlık Örgütü’nün “Ljubljana Bildirgesi” vardı. Bildirgenin içeriğine bir şey diyemem ama tamamen kelimenin  yapısındaki seslerden dolayı “ Lubyana” kelimesinin hep bir şiir kelimesi olarak aklımda/ruhumda yer ettiğini hatırlıyorum. Daha sonra, 2003 yılında Avrupa Çocuk Endokrinoloji Kongresi için bu şehre ilk kez  geldim ve kelimeden dolayı hissettiklerim, şehrin doğa, tarih ve insanların sadeliğinden örülü dokusunu görünce tamamlandı ve Lubyana’yı, Lizbon gibi sevdiğim şehirlerin arasına kattım.  Sonraki yıllarda aklımda hep bu şehre tekrar gelmek vardı ve beraber çalıştığımız Doç.Dr. Gül Yeşiltepe Mutlu’nun bir burs ile Ljubljana Üniversitesi Çocuk Diyabet Merkezi’ne gelmesini fırsat bilerek bu düşüncemi geçen hafta sonu ( 11-14 Mayıs 2017) gerçekleştirdim.

Lubyana ya da “sevilen”

Ljubljana, Slovenya’nın başkenti ve 280.000 nüfusu ile küçük bir şehir. Şehrin merkezinde güzelliği ve rengi ile dikkati çeken “Franciscan Church” var ve onun hemen yanında ise  Lubyana’ya ruhunu veren şair Preseren’in hüzünlü gözlerle, sevip kavuşamadığı Julija'nın, meydanın karşısındaki evde bulunan kabartmasına baktığı söylenen heykeli duruyor. Preseren, romantik dönemin önemli şairlerinden ve bir şiirinin kıtası Slovenya Milli Marşı’nın sözlerini oluşturuyormuş. Bütün bunları yazmamın nedeni, bu kez merakla öğrenmeye çalıştığım Lubyana kelimesinin anlamına gelmek. Bazı kaynaklar Lubyana kelimesinin  şehrin içinden akan Lublianika  ırmağının yol açtığı selden esinlenerek “Aluvina” kelimesinden geldiğini söyleseler de daha yaygın olan düşünce, kökeninin Slav sözcüğü olan Luba (sevilen) olduğudur. Doğrusu ben bu yoruma yakınlık duyuyorum. Daha doğrusu, Alberto Manguel’in “Kelimeler Şehri” kitabında anlattığı, insanların kelimeleri bulurken, o kelimelerin nesnesi olan şeylerle ilgili hislerinin kelimenin yapısına/sesine yansıdığı, örneğin deniz kelimesinin tesadüfen değil insanların deniz karşısında hissettiklerini içerdiğini anlattığından yola çıkarak Lubyana kelimesinin “sevilen” ile uyumlu olduğunu söylemek istiyorum. En azından kelimenin bendeki yankısı böyle. Yani biraz, çoluk çocuk, bisikletleri, köpekleri ile meydanda durup sohbet edenleri gösteren ekteki resim de anlatıyor bütün bunları. Yani hırslardan uzak, doğanın içinde ve yaşamı olduğu gibi sadelikle kabul eden insanların şehri diye anlatabiliriz Lubyana’yı. Belki bu yüzden otelden çıkıp, meydana gelince “burası benim de şehrim” diyebiliyor ya da kalenin eteklerinde kurulan pazar yerinde köylülerin ve toprağın iyileştirici ruhu ile karşılaşınca mutlu oluyor insan.

Tabi Lubyana’ya gelince Bled Gölünü görmemek olmaz. İnsan, gölün çevresinde tam bir tur yaparken  ve sonra kaleden bütün manzarayı içine çekerken , doğanın güzelliğine ama esas insanların doğaya saygılı ve doğa içinde olmayı bir  varoluş olarak benimsemelerine bakıp, “cennet böyle bir yer olmalı” diye hissediyor. Göl, duru suyu, gökyüzünü, bulutları, ağaçları, dağ yükseltilerini, kuşları da içine alan konumlanışı ile sanki canlı bir varlık gibi karşılıyor gelenleri. Zaten yüzlerce bisikletli ya da koşan insanlar, küçük çocuklar ( burada 2-3 yaşındaki çocukla,  ailelerinin yanlarında başlarında kaskları ile bisiklete biniyorlar) da manzaranın bir parçası. Uzun bir zaman sonra yaşlı bir ağacın gövdesine yaslanıp, kendi hayatımızın (çocukluktaki köy yaşamından sonra) doğadan ne kadar kopuk olduğunu, bir de tabi bir çok bakımda Bled’e benzeyen Abant gölünü ve onun gibi bir çok şeye ne kadar hoyrat davrandığımızı düşünüp hüzünleniyoruz.

Biraz da diyabet...

Lubyana’daki ilk günümüzde Gül’ün çalıştığı Ljubljana Üniversitesi Çocuk Endokrin/Diyabet Bölümü’ne gidiyoruz. Bizi orada çocuk endokrinoloji “ Fellow”u Klemen Dovc karşılıyor. Klemen, ünlü restoran  Hisa Franko’nun şefi Ana Ros’un arkadaşı (http://www.hisafranko.com/en/).   Çocuk Hastanesi sade bir bina ama çocuk diyabeti konusunda Avrupa çapında bir merkez olduklarını, özellikle bölüm başkanı Tadej Battelino ve Natasa Bratina’nın “ Yapay Pankreas” ve “ Sürekli Glükoz Ölçüm Sistemleri” konusunda aktif araştırmacılar olduklarını biliyoruz. Zaten Gül de bu nedenle, kendisini başta yeni nesil insülin pompaları ve yapay pankreas konusunda geliştirmek üzere buraya geldi. Anlattıklarından doğru bir seçim yaptığını, hem eğitim hem de yaşamak için doğru yerde olduğunu anlıyoruz. Klemen, bize 2000 yılında Tip 1 diyabetli çocukların % 0,3 ‘ünde insülin pompası kullanırlarken, bu oranın 2011’de % 93,8’e çıktığını ve yürüttükleri program ile hastalarının metabolik kontrollerini belirgin şekilde iyileştirdiklerini anlatıyor. Bu arada, diyabetliler için hazırladıkları   yemek tarifleri kitabını hediye ediyorlar ve yakında Solvenayalı ünlü şeflerin diyabetliler için hazırladığı yemek tarifleri kitabı yayınlayacaklarını anlatıyorlar. Biz de hemen, bir haftalığına  bu merkezde çalışacak diyetisyenimiz Tuğba Gökçe dönünce benzer şeyler yapabileceğimizi konuşuyoruz.

Öğlen yemeğini Lubyana kalesindeki restoranda Tadej Battelino ile yiyoruz. Battelino ve ekibin diğer üyelerinin hepsi sıkı sporcu, işlerine bisiklet ile  gelip gidiyorlar ( kaleye de bisikletle çıktılar mesela) ve her sabah nerede olursa olsunlar koşuyorlar. Battelino, biraz bizdeki karbonhidrat düşmanı ünlü doktora benzer görüşlere sahip ama sık sık kendisinin “ Katolik” olduğunu ama “ fanatik” olmadığını söylüyor. Bir çok şeyden konuşuyoruz ve ben İstanbul’da  yeni bir çocuk diyabet merkezi kurma heyecanı içinde olduğumuzu, bu aşamada Gül’e olan desteğinin  ve uzun dönemli işbirliğinin çalışmalarımıza  önemli bir ivme kazandıracağını söyleyip teşekkür ediyorum. Yemeğin sonunda ona Ara Güler’in İstanbul kitabı yanında 20 yıldır diyabetli çocuklar için kamp yaptığımız İznik’i simgeleyen küçük bir el yapımı seramik hediye ediyorum. Konuşmalarımız  böylece hepimizin heyecan duyduğu kamp konusuna geliyor. Battelino, kendi kamplarının 50 yıllık olduğunu, iki hafta sürdüğünü ve bütün ücretinin sosyal güvenlik kuruluşunun karşıladığını söylüyor. Bunu duyunca şaşırıyoruz; çünkü bir süredir biz de SGK’na benzer bir öneride  bulunuyoruz ama ne yazık ki olumlu bir ilerleme sağlayamadığımızı anlatırken de üzülüyoruz.

Ben Lubyana’dan Pazar günü döndüm ama bizim ekipten Gül  ve Tuğba Çocuk Endokrin Bölümü’nün kalede sonlanan 6 km’lik yardım koşusuna katıldılar ve turu tamamladıklarını gösteren resimler gönderdiler. Biraz uçak korkusundan uzun süredir cam kenarına oturmuyordum ama bu kez Alplere yaslanmış Slovenya coğrafyasını görmek baskın geldi. Dağların tepelerine kadar, bütün coğrafyaya serpilmiş küçük yerleşim yerlerini ve evlerini görünce  iyi yaşam konusunda esinlerle döndüğümü düşünüp mutlu oluyorum. Belki de biraz adıma izafeten “şükür” duygusu da eşlik ediyor düşüncelerime. Yani bir tür Mercedes Sosa şarkısındaki  “hayat sana teşekkür ederim” hissi ile dönüyorum geri.