Şükrü Hatun

31 Ağustos 2015

Çocukların öldürülmesi her şeyi yeniden düşünmemizi sağlar mı?

Barış çağrısı etrafında birleşmeyi deneyelim; yoksa çocuklar hiç birimizi affetmeyecektir

Geçen haftaki haber bültenlerinde, dünyamızın en kadersiz ve en acılı bölgesinde, Filistin’de yeni Yahudi yerleşim birimlerinin kurulmasının protesto edildiği bir gösteri  sırasında İsrail askerinin kolu sargılı bir çocuğu göz altına alınırken çekilen resimlerin büyük tepki topladığı  yer aldı.  Resimler, vurmak üzere kalkan  kolları, tetikteki elleri ile omuzlarındaki o korkunç silahların bizatihi kendisi haline gelmiş  ve insan olmaktan çıkmış askerlerin şiddetini ve bu şiddet karşısında sivillerin çaresizliğini, özellikle de çocukların dirençle karışık korkusunu bütün ayrıntıları ile gösteriyor. Önceki yıllarda Gazze’de çocukların korkudan öldüğünü-evet korkudan!- hatırlayınca resimdeki çocuğun korkusunun o bildik çocuk korkularından olmadığını söyleyebiliriz.

Bu yazıyı yazmaya başladığım sabah ise (29 Ağustos 2015), bazı haber siteleri Mardin’de polislere yapılan bir saldırının ardından, dur ihtarına uymayan bir araçta bulunan üç çocuktan 16 yaşındaki Mazlum Turan’ın polis kurşunlarıyla öldüğünü, Mazlum’un canlı tavuk satışı yaptığını ve ehliyetsiz araç kullandığı için kaçtığını yazıyordu.Elimizde Mazlum’un ölüme doğru korku ile kaçarken çekilmiş resimleri yok ama ayrıntılar 13 Ağustos’ta Diyadin’de öldürülen fırın işçileri 16 yaşındaki Orhan Aslan ve 15 yaşındaki Emrah Aydemir’in öldürülme öyküsüne çok benziyor. Güneydoğunun giderek cehenneme dönen ilçelerinde ya da küçük kentlerinde ailelerinin ekmek kavgasına ölüm tehlikesine rağmen destek olan çocuklar/gençler, tıpkı Roboski’deki kaçak mazot taşıyan çocuklar gibi en hafif deyimiyle yönünü şaşırmış şiddetin ama arka planda öldürme kolaylığı ile donanmış resmi görevlilerin kurbanı oluyor.  Yine geçen hafta Cizre’de çatışmalar sırasında çöken bir binanın altında kalarak öldüğü öne sürülen ama sonra kurşunlanarak öldüğü anlaşılan 7 yaşındaki Baran Çağlı olmak üzere 3 çocuk kurşunların hedefi oldu. 

 

Çocukların karar verme yetkileri yoktur ama savaş ve çatışmalardan en çok onlar etkilenir

 

Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre 18 yaşına kadar  her birey çocuk sayılır. Çocuklar tıpkı ormanlar, denizler, kuşlar gibi evrenin ortak varlığıdır ve bu nedenle de incinen, tahrip edilen, öldürülen her çocukla birlikte bütün evrenin acı çekmesi beklenir. Bütün dinler de çocukların masumluğuna inanır ve onlar öldüğünde cennete gideceğine inanılır. Çocukların karar verme yetkileri yoktur ama savaş ve çatışmalardan en çok onlar etkilenir. Henüz oluşmakta olan çocuk zihni acı ve dehşet uyaranlarının etkisiyle kalıcı hasarlar alır. Çocuklar, çatışmalardan ya doğrudan etkilenerek ölmekte veya sakat kalmakta ya da yoksulluk, göç, beslenme yetersizliği, bulaşıcı hastalıkların artması, temel sağlık hizmetlerinin ve temizlik alt yapısının çökmesi, okula gidememe, çocuk dünyasının kötüye kullanılması, çocuk işçiliğinin ve çocuk suçlarının artması gibi savaşın dolaylı sonuçlarına maruz kalmaktadır. Öte yandan özellikle lise çağındaki çocukların hızlı bir politikleşme yaşayabileceklerini, özellikle de arkadaşları öldürüldüğünde kimsenin hesap edemeyeceği bir cesaretle öne atılacaklarını ve böylece geçici de olsa çatışma ortamının girdabına kapılıp heder olduklarını da biliyoruz. Bu nedenle de çocukları korumamak, onların geçici ve riskli öne atılmalarını onları öldürmek için gerekçe yapmak hataların ve belki de günahların en  büyüklerinden sayılmalıdır. Ayrıca Filistinli çocuk örneğinde olduğu gibi çocukların da ailelerinin yaşadıkları zulümlere karşı direnme eğiliminde oldukları ve  bu direniş isteğinin  zulmün boyutu konusunda bilgi verdiğini de unutmamak gerekiyor.

Bazı raporlara göre 24 Temmuz 2015’den bugüne 76 sivil öldürülmüş ama bunların kaç tanesinin 18 yaşında altında olduğunu bilmiyoruz ama bu sayının 10’dan fazla olduğunu tahmin etmek zor değil. Tabi bütün bu ölümlerin gerisinde çatışmaları şehirlere taşıyan, 18 yaşından küçükleri de hızla politikleştiren, bazı şehirleri yaşanmaz hale getiren ve çok sayıda güvenlik görevlisinin ölümüne neden olan şiddet stratejisinin büyük payı var. Öte yandan ise Rıza Türmen’in dikkat çektiği üzere devlet aygıtının ve onu var gücüyle alkışlayanların ( 7 yaşındaki çocuğun öldürülmesini bile mazur gösteren mesajların paylaşılabildiğini biliyoruz) insan yaşamına değer vermeyen, uygarlık dışı bir yola hızla yöneldikleri görülüyor ki bunun orada yaşayan halk tarafından ağır bir zulüm olarak algılanacağını ve düşmanlık hislerine yol açacağını görmek zor değil.  Öte yandan çocukların öldürülmesini  bir propaganda malzemesi olarak görmek  ve bu yolla dış dünyaya abartılı anonslar yapmak da adil değil; çünkü tekrar söylersek çocukların ölümlerinden büyük ölçüde çatışmaların şehirlere yayılması sorumlu ve bunun da silahlı örgüt tarafından tercih edildiği açık bir gerçek.

 

Kendimize dışarda bakabiliyor muyuz?

 

Ülkemizde yaşananların İsrail Filistin sorununa hiç ama hiç benzemediğini bilen, Anadolu’nun Türkler ve Kürtler için ortak ve güzel bir vatan olduğuna ve hep böyle kalacağına inanan birisi olarak Filistinli çocuk görüntüleri ile ülkemizde çocuk ölümlerinin aynı zamana rast gelmesinden çıkaracak dersler olduğunu düşünüyor ve bunu yıllar önce yaşadığımız bir örnekle anlatmak istiyorum. Hatırlanacağı gibi Saddam yönetimi bölgedeki Kürtlerin direnişini kırmak için 16 Mart 1988’de Halepçe’ye kimyasal silah atmış ve 5000’den çok insanın ölümüne neden olmuştu. O yılın Haziran ayında yapılan Türk Tabipleri Birliği Büyük Kongresi’nde Diyarbakır Tabip Odası başkanı Dr.Mahmut Ortakaya ve arkadaşları Halepçe katliamının kınanmasını isteyen bir önerge vediler ama o yıllarda ölenlerin Kürt olduğunu söylemek bile tedirgin edici idi ve önerge bazı tabip odalarının çabaları ile az bir farkla reddedildi. O gün Dr.Ortakaya’nın  bu önergeyi reddetmenin hekimliğe yakışmadığını anlatmak için çok çırpındığını ama sesini duyuramadığını hatırlıyorum. Ertesi yıl (1989) dünya ve ülkemiz “Jivkov Zulmü” ile karşı karşıya kaldı. Hatırlayacaksınız şimdi tarih dışı kalmış o zamanın Bulgaristan yönetimi,  Türklerin tüm haklarını gasp etmiş, ana dillerinde isim almalarını yasaklamış, bütün isimleri zorla değiştirmeye kalkışmış, şehirlerini, köylerini, yollarını, haritalarını alt üst etmiş, bununla da yetinmeyerek Türkleri trenlere doldurup sürgün etmişti.  O yıl yapılan Türk Tabipleri Birliği Büyük Kongresi’nde  bu konunun gündeme geleceği tahmin ediliyordu ve gerçekten de divanın oluşumunun hemen arkasından Halepçe Katliamının kınanmasına karşı çıkan Tabip odaları “Jivkov Zulmünün” kınanması için önerge verdiler. Bu önergenin lehinde konuşmak için Dr.Ortakaya söz aldığında ise salonda önce şaşkınlık sonra da büyük bir sessizlik olmuştu. İşte o sessizlikte Dr.Ortakaya her kelimesinin ardında ağır acılar olduğu belli olan bir heyecanla 1988’de sizin yaptığınız ayıbı, sizin işlediğiniz günahı biz işlemeyeceğiz; 1988’de Halepçe katliamının kınanması önergesini siz reddettiniz. Ama biz  Jivkov zulmünün karşısında duracağız. Çünkü, Jivkov zulmünü benden daha iyi yaşayan, benden daha iyi anlayacak birisi var mı? Benim köyümün ismini değiştirirken, nehrimin, dağımın, tepemin ismini değiştirirken, bir tepede bir gencin bir kız kaçırırken koyduğu isim değiştirilirken, en çok Jivkov zulmüne muhatap olan benim. Ana dilimle konuşamayan benim, çocuklarıma ismimi koyamayan benim” demişti. Yıllar geçecek  bu konuşmanın benzerini bu kez zamanın başbakanı Erdoğan’dan dinleyecek ve sevinecektik.

Tam artık o eski yılların dışlayıcı politikaları geride mi kalıyor diye umut içindeyken ülkemizde yeniden ve bu kez sivil ölümlerinin arttığı çatışmaların yeniden başlamasının acı içindeyiz ve Şimdi Filistinli çocuklarla çatışmalarda öldürülen çocuklarımızı beraber düşünmenin ve kendimize bir kez daha dışardan bakmanın tam zamanı olduğunu düşünüyoruz.

 

“Umutsuzlukta haklı çıkmaktansa
umutta yanılmayı
 tercih edelim”
ve barış işçin birleşelim

 

Masum çocukların ölümleri ile ilgili haberler katlanılamaz hale gelirken hepimiz  gerçekten de neyle karşı karşıya olduğumuzu yeniden düşünmek zorundayız. Geçen haftalarda 5 günü çatışmaların yaşandığı yerleşim birimlerinden gelen 80 diyabetli çocuk ve gençle geçiren, onların umutlarını ve endişelerini yakından gören ama aynı zamanda her fırsatta  zafer işareti yapmalarında dile gelen, onları da içine alan toplumsal ruh halinden ve “erken ve abartılı politikleşme” sürecinden endişen eden bir çocuk hekimi olarak sormak istiyorum: Bütün bu ölümler olmadan, ruhlarımız çocuk ölümleriyle  birbirinden uzaklaşmadan, kin ve nefret hisleri çığ gibi artmaya yüz tutmadan Anadolu’da farklılıklarımızla ortak yaşamayı becerecek çözümleri bulamayacak mıyız? Diyelim  ki bir gün  bütün bu kötü günler geride kaldı, başta masum çocuklar olmak üzere yok yere ölenlerin yükünü/günahını nasıl taşıyacağız? Bir ayda öldürülen 10 çocuk, yeniden başlatılan savaşın ve şiddeti şehirlere yayan yaklaşımın ne kadar insanlık dışı olduğunu göstermiyor mu?

O zaman en azından çocuklarımızın geleceği için ve “umutsuzlukta haklı çıkmaktansa umutta yanılmayı” tercih ederek  bir kez daha “Barış” çağrısı etrafında birleşmeyi deneyelim; yoksa  çocuklar hiç birimizi affetmeyecektir.