Şükran Pakkan

19 Ocak 2025

Yine ben, yine ben, yine ben!

Serenay Sarıkaya, peş peşe ödül almaya çıkınca 'Yine ben, yine ben, yine ben!' diye bağırmıştı kürsüden. Aradan sadece birkaç ay geçti ve şimdi herkes ona soruyor: “Hakikaten niye hep sen?”

Serenay Sarıkaya

Bizi bir arada tutan şey nedir? Birbirimizden nasıl güç alırız?

Bu sorunun peşinde bir ömür geçiren, sosyolojinin kurucularından Durkheim, “dayanışma ve kollektif bilinç varlığı, toplumları farklı kılar” diyor. Daha burada elendik. Bu tanıma göre toplum sayılmayız, ya da fiziki olarak sayılırız da manen sayılmayız. Çünkü bir arada değiliz. Dayanışamıyoruz. Birbirimize arkamızı bile dönemiyoruz. Gözümüz her an bir çelme daha yiyebilirim diye hep yerde, hep yerlerde. Misal düşenin dostu olmaz var. Berbat. O düşen, senin başına gelen tüm kötülüklerin anası ya çünkü!  Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, peki buna ne demeli? Paranoyalarımızla, travmalarımızla yaşıyoruz.

Her toplumda eşitsizlikler, ayrılıklar ve çatışmalar yaşanır. Laiklik, milliyetçilik, kültür, liberalizm, sosyal devlet, haklar, hukuk derken onlarca başlıkta birbirimizden fersah fersah uzaktayız. Farklı düzeyleri ve çokça sınıfları olan bir toplum olmamızdan da mütevellit, asla eşit haklara sahip olmayan gruplar ve ilişkiler üzerine kurulu saçma sapan adaletsiz bir düzenimiz var.

Şakacıyız, eğleniyoruz, süper komiğiz, sadece işte tam burada sınıf ayrımı kalmıyor. Kollektif bilinç, bir erik dalına bakıyor.

Tabakalaşma bizi biz yapan en önemli gerçeğimiz. Bu da haliyle birbirimizi yememize sebep oluyor. Bir kere bu tabakalar, kendi içlerinde iş bölüşümleri yapıyor. Bize ve şimdiye özgü mü? Elbette değil. İlkel toplumlara kadar gidebiliriz. İnsan ve kayırmacılık ilişkisi, toplumların ilk günden beri kara belası. En çok siyasette ve iş hayatında bela. Aslında ayıp. Ayıptı. Birini sempatik buldun diye, semtin çocuğu diye, aynı takımı tutuyorsun diye bir kanın kaynayabilir ama adil olmak için de debelenirsin ya... Debelenirdin yani. Artık böyle bir ayıp kalmadı. Asıl kayırmazsan, neden kayırdığını da üstüne basa basa “bir yerlerde” söylemezsen ayıp. Kayırmamak zamanın ruhuna aykırı. Zaten ezelden torpil severiz. Herhangi bir işi kolayca hallolsun diye “tanıdık araması” yapmayan bir kişi bile var mı aramızda? Yok.

İnsanlar, sayısız ve anlamsız birçok nedenden dolayı, kendisine yakın bulduğu kişilere destek olmak ister. Peki bu bir suç mudur?  Bir kurumda yetki sahibi olan, akrabası, eş-dostu veya siyasi görüşü tuttu diye, hak etmedikleri halde bazı kişileri kayırabilir mi?

Soruyu niye soruyoruz: Rekabet Kurumu, menajerlik şirketleri ve cast ajanslarının sektörde tekelleşme ve rekabet ihlalleri yapıp yapmadıklarını incelemek üzere soruşturma başlattı. ID İletişim'in kurucusu ve birçok ünlü sanatçının menajerliğini yapan Ayşe Barım hakkında da sektörde tekelleşme yarattığı ve kendisine karşı çıkan oyuncuları piyasadan uzaklaştırdığı iddiaları üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından re'sen soruşturma başlatıldı.

Günümüzde toplumsal şeytan üçgeni, iktidar, hegemonya ve propagandadır. İktidarın gücü ve kontrolünü sağlamak için hegemonya var. Bu kontrolü normalleştirmek için de propaganda. İçinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle, neyin propagandası yapılırsa, oradan manipüle olmaya sonuna kadar açığız. Bu şeytan üçgeninin bir yapıştırıcısı var: Baskı. Tüm fırsatların ve kazançların tek bir elden hakimiyetini kontrol etmek için baskı kullanıldı ve doğan adaletsizlik bizi bu hale getirdi.

Sanki burada ve tam da bu yüzden başka bir hesaplaşma dönüyor. Siz görüyor musunuz, ne biliyorsunuz, ne kadar eminsiniz bilemem. Ama gördüğüm bir şey var: Bir fil tepiniyor. Bizi de manipüle edip, ezilmesi gerekenler üzerinde baskının yükünü artırmaya çalışıyor.

Dünya kadar oyuncunun, cast ajansı yöneticisinin, menajerlerin, magazincilerin bir anda ve sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi konuşmaya başlaması size acayip gelmiyor mu? Gelmesin. Çünkü biz bir rövanş toplumu olduğumuzdan bugüne kadar yanlış giden ne varsa acısını çıkarmanın, bağıra bağıra konuşmanın tam zamanı.

Şimdi değilse ne zaman, haydi diye birbirine gaz verdiklerini de düşünüyorum.

Olabilir. Haksızlıklar yapılmıştır. Belki de tam tersine her şey fazlasıyla adildir. Bilemem.

Konumuz bu değil.

Konumuz, eylemsiz bir kitle olarak bizlerin, kontrol edilmeye, yönetilmeye, manipüle edilmeye müsait olmamız...

Evet, baştan kabul edelim, Türkiye’de güç kazanmak isteyen herkes ama herkes, bir ilişki ağının içinde olmalıdır. Bir ekonomik veya siyasi çemberin içinde kabul görürlerse, kestirmeden meyveleri toplayıp hayatlarına devam edebilirler çünkü. Tek başına kendiliğinden de ortaya çıkmazlar. Bir gücün onları seçmesi, işaret etmesi ve belirli bir “karakter” yaratması gerekir. Bin yıldır böyledir. Ve iletişim bilimciler ile sosyologların çok iyi bildiği gibi, bu karakterlerin iki kurala uyması gerekir: Gerektiğinde gereken yöne yönlenmeleri gerektiğini ve gerektiğinde de yalan söyleyebileceklerini kabul etmeleri gerekir. Böyle çok gereklilik gerektiren bir anlaşma yani.

Kuşkusuz en rasyonel ülkelerin sistemlerinde dahi, rollerin dağılımında her zaman sadece yetenekler değerlendirilmez. O nedenle yaratılmaya çalışılan toplumsal tipleri ve etki ettikleri alanları görürsek bilmeceyi çözeriz.

Elbette kayırmacılık bir yozlaşmadır. Ama mesleğimiz, ailemiz, mahallemiz, iş hayatımız içindeki kayırmalara göz yumarken, kamuda, adalette, eğitimde her yerde kayırmacılık olanca gücüyle varlığını sürdürürken, kalkıp hiç bilmediğimiz bir dosya, hiç tanımadığımız insanlar ya da meslekteki şanssızlıklarımız, başımıza gelen terslikler üzerinden bir şeylerin intikamını almaya çalışıyorsak, orada çok büyük bir yanlış yapmıyor muyuz?

Toplum olarak rövanşist bir kutuplaşma döngüsü içindeyiz. Serenay üzerinden bile bölünmeyi başardık. Helal olsun. Haksız da sayılmayız. Kimseye ama kimseye güvenimiz kalmadı. Cinsiyetçi, kamusal ve siyasi ayrışmalarımız yüzünden bu hale geldik. Kayırmacılığın hâkim olduğu düzenlerde, hak ettiğini alabilmek için pusuda bekleyenler olur. Onlar da rövanş alma hakkını bu boşluklarda kullanır.  

E, liyakat desen hiç yok. Bunu bildiği için Facebook’ta rakılı fotoğrafını kaldıran insanlar var, bu sebepten elenmesin diye. Dolayısıyla liyakat temelli soruşturmaların gönüllerde de adaleti sağlaması zor. Sınavlarda sorular çalınıyor, mülakatlarda torpil yapılıyor, bir sürü koltuk sağlı sollu bazı yandaşlıkların temsili olarak arzı endam ediyor. Klientalizm, favoritizm, kronizm, nepotizm, tribalizm... Say sayabildiğin kadar. Nereye elini atsan bir “izm” var.

Bir sürü güzel insan, çalışma hayatları içinde kendisine bir yer edinecek diye telef oldu. Bir sürü şahane fikir, dünyayı daha güzel hale getirecek bir sürü insan, birilerinin elinin tersiyle kenara itildi.

Birileri birilerine hiç durmadan hizmet ediyor.

Hülya Avşar’ın konuyla ilgili dediğine de bakalım. Güçlü olan, güçsüz olanı yenecek, olağan olan bu, dedi. Kendisini çok beğenen biri olarak, aklındakileri diline dökmekte zorlandığını düşünürüm hep. İlyas Salman’ın “Sen niye böylesin Hülya?” yanıtını da hak etti. Oysa, şunu söylemek istedi sanki: Büyük balık, küçük balığı yer. Bu düzen böyledir. Hep böyle olmuştur. Yine öyle olacaktır. Yalan mı? Değil. Haksız mı? Kesinlikle değil. Doğru anladıysam tabii. Güzel gözlerine meylimiz, ‘Hasan Boğuldu’da gözyaşımız var, bakın bu da açık bir kayırmadır.

Peki, biz şimdi bu tüm çarpık düzeni Ayşe Barım ve Serenay Sarıkaya üzerinden mi tartışalım? Bu ikisi üzerinden tartışılmasını kim istiyor? Biz bu tuzağa neden düşüyoruz koştur koştur? Bir duralım, derin bir nefes alalım ve harcayacaksak dedikoduyla yapmayalım.

Ve son olarak şunu söylemek isterim: Konunun bir boyutu da Serenay Sarıkaya ve Mert Demir arasındaki ilişkinin aslında bir reklam birlikteliği olduğuyla ilgili. Ve çoğu kişinin “Özel hayat bizi ilgilendirmez” demesi. Aaa olur mu öyle şey? Gözümüzün içine sokulmak suretiyle yaşanıyor, ekrana yapışıp izliyoruz, hatta maruz bırakılıyoruz. Bir soruşturma konusu olacaksa, önce buradan başlanması gerektiğini düşünüyorum, şaka değil. Eğer bizlerin kandırılmışlığı üzerinden bir çıkar sağlanıyorsa, doğrusunu bilmek en doğal hakkımız. Magazin sevmemiz, kandırılmamız gerektiği anlamına gelmez. Ama eğer gerçek bir ilişki üzerinden bu iddialar dile getiriliyorsa, kimsenin biz fanilerin inanmışlığı üzerinden bir çıkar sağladığı yoksa, haddini aşıp laf söyleyen herkes de bedelini ödesin. Bıktık bu fitne fücurlardan.

Ayağa kalkma gücünü bulursak bunu birilerini hedef seçip, paralamak için değil, sistemi düzeltmek için yapmalıyız. Kimse kimseyi eleştirmesin mi, laf etmesin mi? Tam tersi. Konuşmak özgürlüktür. Ama var olma cesaretini konuşarak gösterdiğimiz alanlar, kim olduğumuzu belli eder.

Ne yazık ki Tolstoy’un dediği gibi işte; "Herkes dünyayı değiştirmek ister. Ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez."

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.