Şükran Pakkan

26 Ocak 2025

Sıfır!

İstifa müessesesi, bugünler için vardır. 36’sı çocuk. 78 kişi öldü. Kimsenin başı öne eğilmedi. Söyleyeceklerim bu kadar. İsterseniz gerisini okumayın. Zaten ne okuyacak ne dinleyecek ne görecek halimiz kaldı. Metrekareye düşen ölü ve felaket sayısı üzüle üzüle topluca delirmemize neden olacak

22 yıl, 24 facia, 54 bin 780 ölü, sıfır istifa. Rakamları ben hesaplamadım. Fayn derlemiş. Eksiği var, fazlası yoktur. Böyle bir kahır listesi.

Sıfır, sıfır olalı hiç bu kadar “ağır” olmadı.  Artık Türkiye matematiğinin en ağır, en büyük, en yokluk bildiren varlık sayısı.

Tanımadığımız on binlerce insanın yasını tuta tuta delirdik. İnsanlar yandı, taşların arasında ezildi, binaların altında kaldı, boğuldu, zehirlendi, mahsur kaldı. Cemal Süreya’nın dediği gibi, “Nasıl bir his biliyor musunuz? Oda geniş ama sığamıyorsun. Pencere açık ama nefes alamıyorsun.” Ama bir kişi de çıkıp, "Benim de ihmalim var” demedi, “Ben de sorumluyum” diyebilme ahlakını göstermedi.

Bir kişi hariç: Osmangazi Köprüsü'nde çalışan Japon mühendis Kishi Ryoichi, köprü inşaatında halatın kopmasından kendini sorumlu tutarak intihar etmişti. Ama, o sayılmaz. Çünkü bir faciaya neden olmadı o halat. Kimsenin burnu bile kanamadı. Ama risk yaratacak bir işte imzası olmasını gururuna yediremedi. Yine de sayılmaz. Çünkü bizden değil.

Peki biz kimiz? Hiç tanımadığı insanların yasını tutan ve “nerede hata yapıyoruz” diye sora sora ömrünü yiyenlerle, “Ben yapmadım, o yaptı- hiç de bile o yaptı” diyenler arasında kaldık. Biri, sosyal medyada şöyle yazmış: Her şey olabileceğiniz ama asla rezil olmayacağınız bir ülke gerçekten…

İsveç Ulaştırma Bakanı Maria Borelius, evinde sigortasız dadı çalıştırdığı için istifa etmişti ama Van depreminin ardından dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, “Muhalefet sizi istifaya çağırıyor. İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna şöyle yanıt vermişti: “Gülüyorum bunlara...” İstifa edip çekilmek, “özür dilerim” diyebilmek, “benim de sorumluluğum var” hesabını masaya koyabilmek; gücünü koltuktan alanlar için görülmüş şey değil. Bilimsel, ahlaki, felsefi, psikolojik, hangi taraftan bakarsan bak, katliamların bir yerinde senin dur diyecek, önleyecek, doğrusunun yapılmasını isteyecek gücün vardı. 36’sı çocuk, 78 kişi öldü. Ne demek başın yere eğilmeyecek? Ne demek karşılıklı suçlama kavgasına girebileceksin!

Bilirkişi raporu bekliyormuş. Sen bilmiyor musun?

Merak ettiğiniz bir konuda – mesela siyaseten ortak bir dil konuşulan, ortak tavır alınan bir meselede kimin ne yapmaya çalıştığını anlamak istiyorsanız– biraz arşivlere dalmanız lazım, ama inanın pişman olmazsınız. En çok da siyasi meseleleri çalışan, birçok akademisyenin, eski siyasinin yönetiminde olduğu düşünce kuruluşları, vakıflar, birliklerin seminer yayınlarına, açık erişim yaptılarsa eğitimlerine daha dikkatli bakmanız gerekecek hatta. İşte oralarda, kendi siyaset okullarında, sohbetlerinde, birbirlerine iş yapmamayı öğrettikleri masalarda, hata yaparlarsa verdikleri tavsiye, öğrettikleri yöntem şu:

Eğer siyasal dinamikleri hazmetmemişseniz, siyasete adapte olamamışsanız, siyasal bir formül üretemiyorsanız, duygusallaşır ve çekilmeyi tek çıkar yol görürsünüz.”

Daha neler neler var…

“Kriz ortamında, siyaseten yaratıcı olun” diyorlar.

“Çok çaresiz kaldıysanız, çekilin geriye ve bekleyin” diyorlar.

Ama görevi kendiniz bırakırsanız, sorumluluğu aldığınızı değil, almadığınızı göstermiş olursunuz” diyorlar.

Yemin ederim, bu. Bunu öğretiyorlar.

Kant ahlak ile aklı ayırıyordu. İnsan onurunun hesap kitap yapa yapa geldiği nokta burası.

Herkes böyle yapıyor; ben niye farklı bir şey yapayım? Bu soru da herkesi birbirine benzetti. Nitekim bir davranış kalıbının, sosyal norm haline dönüşmesi için herkesin de içselleştirmesi gerekmiyor. Yani, içi içini yiyor olsa bile, düzene ayak uydurmak zorunda hissedebilirsin kendini. Türkiye’nin siyasetine de toplum kültürüne de uzun zamandır tükenmişlik, yetersizlik hissi hakim. Demokrasi kültürümüz zayıf, siyasi etik ellerimizden kayıp gitti. Böyle bir ortamda kim, niye şahsi bir risk alsın?

Üstelik çok iyi bildiğimiz gibi, gibi, Türkiye’de birini desteklemek, onu her konuda desteklemek anlamına geldiği için bu çok mümkün değil. Hiç mümkün değil. Tek tipleşmek karakterimiz. Oysa gerçekten istersek, anlamlı bir karşı koyuştan, kollektif bir ruhtan bahsedebiliriz. İşte riski aldığımız noktada kaderimiz değişecek. Tek bir formülü var; yanlışa dur demek.

Bir istifa neyi değiştirir, öyle mi diyorsunuz?

Kaderimizi.

Sadece Türkiye’de oluyor böyle olaylar, demek de son derece büyük haksızlık olur. Zaten ülkeleri bu ahlaklıdır, bu ahlaksızdır falan diye nitelendirmek de çok saçma. Ancak Türkiye’nin kilit sorunu, toplumsal yapının aşırı karmaşıklaşması. Milletler de insanlar gibidir. Bir karakteri vardır. Bizim kapsayıcı, herkese yönelik, genel, soyut kurallarımız yok.  Bu değerleri inşa etmesi gereken ortak kültür ve ahlak meselesinde kafamız çok karışık. İstifa eyleminin, sorumluluk alabilmenin, ucundan kıyısından payın varsa özür dileyebilmenin şartı da bu ortak kültürün oluşmasıdır.

Kamu çıkarı zarar görse bile birileri başka çıkarlar sağlama peşinde koşuyorsa, burada tek suçlu siyasetçiler değil. Gazeteciler, hukukçular, doktorlar, öğrenciler, işçiler, memurlar, çiftçiler… Her koşulda kendi çıkarını koruyan kim varsa, o suçlu. Kim üç kuruş menfaati için birilerinin eksik kalacağını, yoksul kalacağını, yokluk yaşayacağını, insan hayatını hiçe saymış olabileceğini hesaba katmıyorsa suçlu. Kim kendisini vatandaş değil, müşteri görüyorsa, o suçlu. Kim bizi müşteri görüyorsa, o en büyük suçlu.

Şu hayatta kimse çalıştığı işyerine, oturduğu koltuğa, bir kişiye, ne olursa olsun, ne canlar yanarsa yansın, kaç tane tabut taşınırsa taşınsın, bu kadar adanmasın. Kimse kendini bir koltuğa bu kadar adamasın.

Hepsi çekilsin. Bizler için tek umut şu anda, tam bu günlerde, hiç tanımadığı insanların acısını çekenlerin ellerinde. Kimsenin ayağına taş değdirmeyen, değerse “ben nerede parçası oldum” diye sorabilen, acımızı acısı bilen insanları bulalım ve yolumuza onlarla devam edelim.

Gerisi ne hali varsa görsün. İstemiyoruz. Bırakalım hepsi gitsin.

Türkiye’de tarafsızlığın, adilliğin, eşitliğin anlamını tekrar bulabilmek için, Cumhuriyetin kuruluş felsefesine bakmamız, her şeye en baştan, yeni baştan başlamamız gerekiyor.

Yazılarımı çok duygusal bulanlar oluyor. Haklılar. Duygularımı rehberim yapmaya çalışıyorum, haksız mıyım? diye yazıyorum bazen. Bir okuyucu bana şöyle yanıt yazdı: Çok üzülürsün.

Evet çok üzülürüz. Ama susarsak, susturursak gerçekler yok olacak mı? Bastırırsak, yok sayarsak olayları değiştirebilecek miyiz? Olmamış gibi oluyor mu? Bize bir şeylerin ters gittiğini, yoldan çıktığımızı içimizdeki hisler göstermeyecek de ne gösterecek?

Hak görmeyelim kendimize bunu. İçimizde -kısılmış ya da bağıran- ama mutlaka bir ses var, o doğruyu söylüyor. Dinleyelim. En azından düşünelim. George Orwell’in dediği gibi, çünkü o henüz yasaklanmadı. Herkes payına düşen kadar düşünürse belki bu gidişata dur diyebiliriz.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.