Sülün Osman, Cumhuriyet'in ilan edildiği sene İstanbul'da dünyaya gelmiş, zar zor geçinen bir ailenin çocuğu. Çalışarak para kazanmak istiyor ama henüz 25 yaşındayken "namusuyla para kazanamayacağını" anlayınca, "ben bu oyunu bozarım" diyor. Hızlı tanınıyor, "garibanları" dolandırıyor diye nefret öznesi haline geliyor, ama yıllar sonra diyor ki: Ben kurnaz, fırsatçı insanları buldum ve kandırdım! Mesela Dolmabahçe Saat Kulesi'nden Haydarpaşa Garı'na kadar satmasıyla meşhur; satılığa çıkarmadığı yol, köprü, tren, tarihi bina kalmamış İstanbul'da. "Burayı devletten ben aldım ama çok paradan da sıkıldım, satıp artık memlekete döneceğim" diyerek, ancak bir daire fiyatı verir, eline sayılan paraları çantasına doldurur, ortadan kaybolurmuş. Çatır çatır da satıyormuş, bir değil, bin vakası var. Neredeyse açık artırmayla gidiyormuş Haydarpaşa Garı bir seferinde, o kalabalıkların arasında kendisine koşarak getirilen bir tomar parayla ayrıldığı çok olmuş. En sık oynadığı oyunlardan biri de elinde sahte bileziklerle dükkanların kapalı olduğu saatlerde kuyumcu kapısını açtırmaya çalışması. "Paraya sıkıştım, bunları hemen satmam lazım, on bileziği bir bilezik fiyatına vereceğim" dediği anda etrafına iki üç kişi toplanırmış. Ne gülmüştür arkalarından ama… Hakikaten iyi gülmüştür.
"Tövbe ettikten sonra" yabancı bir gazeteci sormuş Sülün Osman'a "İnsanları nasıl dolandırıyorsunuz?" diye. Yanıtı üzerine üç gün düşünmemiz lazım: "Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım!"
Şimdi biz Sülün gibi bir soru soralım: Yalan, dolan, vaat satan dolandırıcıysa, fırsat bu fırsat diyerek bu kolay paranın, "hava"dan inen mülkün, emeksiz yemeğin üzerine atlayanlar kimlerdir? "Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında" diyor Sülün Osman. Bunu polislere, hakimlere çok söylemiş. Koskoca Haydarpaşa Garı'na üç kuruşa "çökme" heyecanına kapılmak da nedir gerçekten? Dolandırılacak dolandırıcıları şak diye tanıyor olması da enteresan. Herkes kanmayabilir sonuçta. Oturur izlermiş bir köşede avcı gibi ve bir bakışından tanırmış avını. Gerçekten olağanüstü bir özellik. En güvendiğin, en iyi tanıdığını düşündüğün insanlardan çelme yiyebiliyorsun bu hayatta, bu adam sadece uzaktan kokluyor. Bravo. Bunu da sormuşlar, "Onların alınlarında, ben enayiyim, gel beni kazıkla, yazıyor" demiş. "Biz o yazıları neden göremiyoruz?" diye sorulunca da şu karşılığı vermiş: "Okumasını bilecen kardeşim!"
Türkiye, Saadet Zinciri'yle 90'larda Titan sisteminin kurucusu Kenan Şeranoğlu ile tanıştı. Dolandırılan -ya da sistemi dolandırdığını düşünen- binlerce kişi partilerde bir araya geliyor, eller havaya bas bas çığlık atarak sevinç kutlamaları yapıyordu. O sırada Yılmaz Erdoğan'ın Organize İşler'de bir türlü insanları dolandırmayı başaramayan Süperman Samet'le olan efsane sahnesine dönelim: -Para nerde Süperman? -Para yok abi…
Paralar Şeranoğlu'ndaydı. O partilerden Lamborgini'sine binip ayrılırken el salladığı "yatırımcılarının" arkasından onun da güldüğüne eminim. Milyonlarca lira buhar oldu. Her zaman olduğu gibi bir noktada sistem şişti ve patladı, dava açıldı, hapis yattı. O dönem aylarca "Nasıl Dolandırıldık" sorusuna yanıt aradık. Çiftlik Bank, Thodex ve Deterjan Pazarı da son birkaç yılda yaşanan benzer vurgunlardan sadece birkaçı. Sülün Osman bizi bir yerlerden izliyorsa bu taktikleri çok banal buluyordur. Her gün yeni ve yaratıcı bir fikirle İstanbul sokaklarında ava çıkan Sülün Osman nerdeeee, "Paranı bana ver, sanal hayvan alacağım", "Paranı bana ver, kriptoda paraya para demeyeceksin", "Paranı bana ver, sana deterjan göndereceğim, kurutup top haline getir, verdiğinin üç katını kazanacaksın" diyenler nerdeeee… Bunlar, Sülün'ün torunu olsa, mirasından reddeder, böyle dolandırıcılık mı olur diye de kızardı bence… Hele bir de Kaşar Bank dolandırıcılığı var, onu hiç duymasın. Ha bu arada Sülün Osman beş kuruşsuz, bir otel odasında hayatını kaybetti, kimsesizler mezarlığına gömüldüğü tahmin ediliyor.
Vurgunların hangi sistemin eseri olduğunu biliyoruz: Ponzi… Bir uydurma yatırım fikri buluyorlar, iki üç de "hırslı insan". Topladıkları ilk paraları ilk aylar faiziyle geri ödüyorlar. Sonra kulaktan kulağa yayılmaya başlıyor ve Sülün formülünde olduğu gibi, avlar kendi ayaklarıyla tıpış tıpış geliyor. Sistem sürekli büyüyor ama her zaman kazanan kasa oluyor, asla para yatıran değil… 40 milyon dolar kadar parayı bir avuç insandan toplamayı, sonra da buhar etmeyi başaran Seçil Erzan'da olduğu gibi. Yüksek faiz getirisi vaadiyle topladığı paraları geri ödeyemez hale gelince olay patladı. Arda Turan, Emre Belözoğlu, Fernando Muslera, Volkan Bahçekapılı, Buse Terim ve Selçuk İnan'ın da olduğu çok sayıda kişinin adı geçiyor. Bakın, bir banka görevlisine inanıp, milyon dolarları eline sayıyorlar. Neden? Paraya para katacaklarını düşünüyorlar. Adeta bankanın içinde banka kuran birine öyle böyle değil, akıllara zarar şekilde güveniyorlar. Hepsi de Türkiye'nin tanınmış, bilinen, başarılı isimleri, futbolcuları.
Bir parantez açayım: Yüksek faiz beklentisiyle girdiği 7 milyon doları kaybettiği konuşulan Arda Turan'ın durumu bir miktar farklı. Neden? Çünkü bundan sadece birkaç yıl önce ekranlara çıkıp, iktidarın ekonomi politikasını destekleyerek, "Türkiye ekonomisi çok iyi" diyordu ve ekliyordu: Ama faizler düşmeli! Ülkemizin iyiliği için faizlerin düşürülmesi gerektiğini savunan Arda, bizim paramıza "değer kaybı"nı reva görürken neden kendi parasına kıyamadı? Arda ayrıca neden sistemin dışında kalmaya çalıştı ki? Parayı kayıt dışında tutma koridorlarına neden olan zeminlerin sorgulanması gerekiyor, o yüzden soralım bunu. Bir tane daha: Emre'ye de mesela "günah diye sahada oturarak su içiyordun, ne ara faiz peşine koşmaya başladın" diye soranlar var. Oturmadan su içme günahını anlamadım.
Ama muhafazakâr kimlikleriyle bilinen bazı insanların bağır bağır söyledikleri, gözümüze sokmak suretiyle günah dedikleri bazı "eylemleri", evlerine girip kapılarını kapattıktan sonra bizatihi işlediklerini biliyoruz. Sadece şunu bilmelerini isteriz: Sizi görüyoruz. Ayıp olur diye, utandırmayalım diye söylemiyoruz sadece. Ama gözünüzün içine, tam içine bakıyoruz, siz de bu bakışı görün.
Kusura bakmayın ama ülkece iki yakamızı bir araya getirmek için zorlanırken, milyon dolarlarınıza milyon dolarlar katmaya çalışmanız hepimize acayip geliyor tabii. Yok ben bu konuda konuşmam, yok her şeyi davada anlatırım falan, kusura bakmayın. Biz bunu aylarca konuşuruz. Dünyanın her yerinde konuşulur, nasıl ki kendisine uzatılan mikrofona "Peynir alamıyorum artık" derken, "Geçinemiyorum" derken sesi titreyen, "maaşının yetmediğini" anlatırken bir anda ağlamaya başlayan vatandaşları izlerken içimiz parçalanıyor, birlikte üzülüyor, birlikte kahroluyoruz… Çünkü birlikte yaşıyoruz bu hayatı. Sizi de dinleyeceğiz. Ve hatta sizi de anlamaya, destek olmaya çalışacağız. Çok üzüldüm ben giden paraya şahsen. Hatta o kadar safım ki, sosyal medyada dönen "Seçil Erzan'a verilen paraların banknotları, bir evi zeminden tavana dolduruyor, elden taşınamaz bu para" grafik çizimlerine bile inandım. Yalanmış. Beş on çantaya sığıyormuş meğer. Aşk olsun. Salça ekmeğimizi yerken Varyemez amcanın çil çil altınlarını doldurduğu havuzunda yüzdüğü çizgi filmin hayaliyle büyüdük biz. Kanarız. Yapmayın.
Ama Varyemez amcanın fabrikaları vardı. Yeğenine bile bir çil altın koklatmazdı. Bu kadar insanın emeğiyle, alın teriyle biriktirdiği bu paralar nasıl elden ele, daldan dala dolaştı peki? "Size ne" diyor olabilirler. Ama kusura bakmasınlar, onların kaybettiği bu para sadece onları bağlamıyor. Hepimiz aynı gemideyiz. Batan servetler hepimizi etkiliyor. Bunun bir zimmet suçu olduğu kabul edilirse bu paralar ödenecek. Bankacılığa güven sorgulanacak. Sistem zarara uğrayacak. Yok artık diyorsanız, "mağdur"ların avukatlarını dinlemiyorsunuz demektir.
Parklarda, bahçelerde, valizlerde teslim edilen milyon dolarlar... Akla zarar. 7 bin TL'nin üzerindeki tüm hareketlerin finansal sistemin içerisinde dolaşması gerekiyor. Yani "para benim, istediğim gibi kullanırım" yok. Vergi kanununa göre, yok. Bankacılık sistemi de bu eşleştirmelerin yapılması için var.
Zimmet, yolsuzluk, dolandırıcılık olur, insanın olduğu her yerde olur. Ama sistemin herkesi koruması, önlem alınması, müdahale edilmesi gerekiyor. Bu para yıllar içinde "resmen" hesaplara girdi, peki "nerede"ydi? Bu kayıp hareketlere ekonomistler "koridor" diyor. Bu koridorlar neden takip edilmiyor? Kayıtta tutmazsak anamızı ağlatacaklarını bilsek, sistemin dışına çıkmayı göze alır mıyız?
Olayın başka bir boyutu var; insanlar duygusaldır, fazlasını isteyebilir. Birçok bilim dalı para tuzağına düşmeyi inceliyor ama bir türlü ortak bir yanıta varamıyor. Bazı çalışmalarda dolandırıcının yetenekleri öne çıkıyor, bazılarında yüksek getiri hayali. Çoğunda "balık hafızaya" dikkat çekiliyor. Ama yıllardır aynı soruyu sormaya devam ediyorlar: Bu neyin hırsı?
İngiliz Ulusal Dolandırıcılık Suçu Merkezi'ne göre hayatlarının belli bir döneminde dolandırılan insanlar dörde ayrılıyor: Dolandırıldığını anlayamayanlar, anlayıp ihbar edenler, anlamasına rağmen susup, ihbar etmeyenler ve bir türlü dolandırıldığına ikna olmayanlar. Türkiye'de de dolandırıcılığın tiplerine bakılmış. Bizdeki liste çok geniş. Çünkü devletten yetim maaşı alabilmek için eşinden anlaşarak boşananlar, ölen kişinin maaşını almaya çalışanlar, tanımadığı insanların sağlık sigortasını veya T.C. kimlik bilgilerini kullananlar, sahte reçete düzenleyenler diye bir başlıyor liste, bitmiyor. "Bahçemi kazarken bir sandık altın buldum" diyerek parayı bankalara yatırmaya mı çalışanlar dersiniz, "üç kuruşa fırsat" diyerek kanıp satın aldığı koca koca binaların tapusunun sahte çıkmasıyla senelerce adliye koridorlarında ömür çürütenler mi… Dolayısıyla bizdeki çalışmalar –bana sorarsanız- birçok insanı dolandıran mı, dolandırılan mı kategorisine koyalım, kararını veremiyor!
Para konusu kritik. Parayla ilişkimiz bozuk. Bizde paraya para dememek diye deyim var mesela, bir sabah bir uyanıyorsunuz para diyecek bir para kalmayabiliyor gerçekten. Türkiye'de para söz konusu olunca gerçekçi değil, duygusal kararlar veriyoruz. Normal. Krizlere doğduk, krizlerle yaşıyoruz, parayla mantıklı ve gerçekçi ilişkimiz olamadı hiç. Zira "dolandırıcılara paranı verirken neye kandın" diye sorulduğunda "acil paraya ihtiyacım vardı" diyen yok. "Acil çoook para kazanmaya ihtiyacım vardı" diyor olabilirler. İçlerinden diyorlar galiba, bunda da kayıt yok.
Türkiye'de hepimizin daha çok paraya ihtiyacı var, olaya böyle de bakabiliriz. Kaç para kazanırsan kazan, paranın değerinin, satın alma gücünün sürekli düşmesinden dolayı çok kırgınız, üzgünüz. Sülün Osman'dan Tosuncuk'a, şimdi de Seçil Erzan işte tam olarak bu damarı kullandı: Paran değerlenecek.
Ben "işçisin sen işçi kal aklımla" tek bir şeye inanıyorum: Üretmeden kazanmak mümkün değildir. Hak ettiğiniz kazancı elde edemiyorsanız bile; üretmeden yaşamak mümkün değildir.
Ama hak etmediğiniz kadarına, kolay olana, kestirme olana bir kere bile yandan yandan bakıyorsanız yandınız. Bir hayranı, Yıldız Tilbe ile trafikte karşılaşınca aynı şarkısındaki gibi şöyle sesleniyor: "Ben sevdim, o sevmedi, niye böyle oldu abla?.." Filozof Yıldızımız, yapıştırıyor yanıtı: "Olsun, yine seversin!" Hah işte o hesap. Yine severiz. Hatta "kolay" severiz. Huyumuz kurusun.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |