Dürrizade Abdullah… Osmanlı'nın son yıllarında üst düzey görevlerde bulundu. Mustafa Kemal'e ve Milli Mücadele'ye canhıraşane karşıydı. İttihatçıların idamı, Mustafa Kemal'in askerlikten ihracı gibi kararlar verilirken, Şeyhülislam'ın da müsteşarı… Damat Ferit Paşa'nın kabinesini kurduğu gün Şeyhülislamlık makamına getirildi. Tam altı gün sonra Kuvayı Milliye aleyhine fetvalara başladı. Görevde sadece üç ay kalabildi ama Mustafa Kemal'e cani dedi mesela, düzen bozucu dedi, asılması dinen farzdır dedi, vatan haini dedi, idam fermanı çıkarılmasını sağladı. Fetvaları, padişah fermanıyla birleştirilerek halka dağıtıldı, gazetelerde yayımlandı. Öyle bir korku saldı ki, Kuvayı Milliye'den korkup kaçanlar, isyanlar oldu.
Çok uğraştı, başaramadı. Milli Mücadele kazanılınca da korktu, Yunanistan'a kaçtı. Daha da geri dönmedi. Bir de İskilipli Atıf Hoca vardı; "Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır. Din kardeşlerimizin suçsuz yere ölmelerine sebep oluyorlar", "Sizler bu canavarları daha fazla yaşatmamakla görevlisiniz" diyen…
Bugün birileri coşkuyla, minnetle Cumhuriyet Bayramı'nı kutlamamızı istemiyor diye, "abartmayalım" istiyor diye, "çok da bir halt olmadığını" düşünüyorlar diye -100 yıl önceki gibi- geri basmamızı istiyorlar. Canı pahasına esaretten kurtuluşu yaratmış bir halkın torunlarına, diyorlar. Bizi, yine birbirimize kırdırıyorlar. Bir avuç Cumhuriyet bilmez-Atatürk sevmez cephe, Cumhuriyet'e minnet eden, Atatürk'e gönül bağı olan on milyonlarca insanı huzursuz, tedirgin ediyor.
Neden yapıyorlar bunu? Çünkü Cumhuriyet'i sindirmemişler, Atatürk'ü küçümsüyorlar. Yazarken elim titredi. Antik Çağ'dan buyana monarşi dışındaki rejimlere Cumhuriyet denir. Yani bir tarafta kral veya padişah var, diğer tarafta biz; halk! Bu sorunun yanıtı, Cumhuriyetçi misin, değil misin şak diye söyler. Peki, bugün Atatürk ve Cumhuriyet'e mesafeli olanlar aklını soğan ekmekle mi yedi? Sen seni iktidarda tutan Cumhuriyet'i kutlamaktan neden imtina ediyorsun, güzel kardeşim?
Atatürk'ü sevme beklentisi doğru mudur, tartışılır. Sevmek çok duygusal bir kavram. Ama çok önemli bir şey var, o da; Atatürk ve Cumhuriyet'in birbirini tamamlayan iki kavram olduğu. Ve bu ülkede yaşayan her vatandaşın tek bir ortak noktası var, o da Cumhuriyet, dolayısıyla Atatürk! Sadece bu ortaklık, hepimizi aynı çatı altında yaşanan tek bir ailenin üyeleri yapıyor. Yani sen yerinde tepinsen, bana ne ya ben oynamıyorum desen de bu gerçeği değiştiremiyorsun. Hakikatten kaçanı, kurtlar kapar. İlkokul fişleri vardı benim zamanımda, tahtaya asılan ilk cümlede "Atatürk bizi kurtardı" yazardı. Hadi yalan de? Hani eski Türk filmlerinde taş kalpli ebeveynlerden duyardık: "Seni doğuracağıma taş doğursaydım." Şimdi çocuk doğmuş, tüm güzelliğiyle sana bakıp gülümsüyor, pırıl pırıl... Ama o kadar kötüsün ki, keşke doğmamış olsaydı diyorsun. Sana rağmen, dünyanın en güzel çocuğu doğdu.
Yeni değil tabii ki biliyoruz, Kurtuluş Savaşı'ndan buyana Atatürk karşıtlığı, düşmanlığı var. Muhafazakârlığın kelime anlamı "olanı korumak, değişime karşı çıkmak"tır, bu nedenle yeniyi istemeyende sorun yok. Sorun buna şaşırırsak, bizde. Zaten hayat biçimlerini, değişime karşı çıkmak üzerine kuruyorlar. Devrimin ve değişimin olduğu her ülke, bundan payını aldı. Bizim payımıza düşen de bu. En başta Atatürk'ün hilafeti kaldırması hoşlarına gitmedi. Padişahım çok yaşa demek daha kolaydı. Sonra, ulus devlet modelini benimseyemediler. Milli egemenlik de neydi, ne yani; halk, söz sahibi mi olacaktı? Daha da sonra "Atatürk'ü fazla abartmayın, Cumhuriyet'in de hatalı uygulamaları oldu" demeye, bu değerlerin putlaştırıldığını söylemeye başladılar. Atatürk posterlerinin her yere asılmasını, büstlerinin yapılmasını hiç istemediler. Bugün bu duruşun sahiplerinden biri olan siyasi kanat, hangi kamu kurumuna girerseniz, hangi okul kitabını açarsanız, hangi spor salonuna girerseniz Atatürk'ten daha büyük resimlerini koyuyor Cumhurbaşkanının, ama konumuz asla bu değil.
Konumuz, Atatürk'ün; siyasetle, siyasi partilerle, sevmekle, nefret etmekle, putlaştırmakla, düşmanlıkla ilgisi olmadığı.
Konumuz, vatan. Konumuz, vefa. Konumuz, Cumhuriyet.
Elbette bu meseleyi İslami anlatıya bağlamak kolay olanı… Oysa son yıllarda solcu, sosyal demokrat, devrimci sıfatlarıyla kendilerini niteleyen birçok siyasetçi, akademisyen, düşünür de Atatürk ile arasına mesafe koyma gayretinde. Dikkat edin, ağızlarından kerpetenle Atatürk lafı çıkıyor. Adını vermeyeyim- çok iyi tanıdığımız, demokrasi, özgürlük, eşitlik diye masaya yumruğunu vura vura konuşmasıyla tanıdığımız bir siyasetçi benim gözümün içine baka baka şöyle dedi bir gün: "Atatürk'ü çok vurgulamak istemiyoruz, hassasiyetlerin farkındayız, herkesi kucaklamak lazım." Bir noktada ortak cephe yarattılar haberleri yok. Aynı masada yemek yemezler, koalisyon kurmazlar ama söz konusu Atatürk oldu mu, aynı tabağa kaşık daldırıyorlar, farkında değiller, ya da çok farkındalar, bilemiyorum.
Atatürk'ü dışlayarak, Türkiye'yi kucaklayacaklar. Pekiiii, bundan şeyin haberi var mı, hah; Türkiye'nin?
Bu cemaatin, başarılı olduklarını söylemek de mümkün. Cumhuriyet Bayramı'nı, 100. yılında, Türkiye'nin en sönük bayramı olarak tarihe geçiriyorlar. Milletin enerjisini, 29 Ekim'in tam bir gün öncesinde Filistin'e destek mitingi için vermesi uygun görüldü. Cumhuriyet ve Atatürk'e karşı duruşun, 100. yıl havasına girilip bozulmasına izin verilemezdi sonuçta, değil mi? Reklam aralarında Cumhuriyet kutluyoruz. Ama gerçekten çok güzel reklamlar yapıldı, bir haftadır ağla ağla bir hâl olduk. Hadi gel bu gözyaşlarını da sil gözlerimizden.
Geçen gün tek yön bir ara sokağa girdim, karşı taraftan gelen sürücü ters yönde olmasına rağmen o kadar rahat üzerime üzerime sürüyor ki arabasını… Gözü dönmüş diye düşünüp panik oldum, geri vitese attığım gibi güüüüm diye bir ses geldi. Arkamdaki arabaya çarptım. "Neye sebep olduğunuzu gördünüz mü?" dememle birlikte, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Hem kazayı yapan benmişim hem de onu mu suçluyor muşum! Yağdırıyor, millet balkonlara çıktı. Çaptığım araçtaki sürücüyle ağzımız açık, izliyoruz. Kavgaya-dövüşe-aşağılanmaya-hakarete fazlasıyla doyduk. Overdose. Yerimiz yok. Ama karşımdakinde de zerre mahcubiyet yok, coştukça coşuyor. Diğer sürücü kolumdan çekti, "Hiçbir hasar yok, ikimiz de iyiyiz, kaçıp gidelim şuradan" dedi. Jet hızıyla arabalara geri atladık ve nasıl gülüyoruz. Eskiden olsa öfkeme yenik düşerdim. Düşmedim. Biri kolumdan çekti, "Bak bize çelme takıyorlar, takılıp düşmeyelim, üzerinden atlayıp geçelim" dedi. El ele tutuşup engeli atladık. Hayat güzelleşti.
İşte Cumhuriyet meselesinde de durum bu… Bağır çağır, kavga dövüşle uyuşturup çelmeyi atıyorlar, biz de takılıp düşüyoruz!
Geçen sene Türkiye çapında yapılan bir araştırmada, "Atatürk'ü nasıl tanımlarsınız" diye sorulmuş. Katılımcıların yüzde 63'ü kurtarıcı, yüzde 23'ü devrimci derken, yüzde 9'u diktatör demiş. İşte, küçük bir grubun bitmez bir Atatürk düşmanlığı var. Bitmez bir Cumhuriyet karşıtlığı. Sayıları az ama sesleri yüksek çıkıyor. Atatürk'e, Cumhuriyet'e saygısızca yaklaştıklarında; çocuklarımıza, gençlerimize, geleceklerine, vatana, millete saygısızlık etmiş oluyorlar. Umurlarında mı, değil.
Peki, biz ne yapalım? Duymayalım yahu, görmeyelim. Yürüyüp geçelim. Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar. Zira sosyal medyada on dakika gezinirseniz, seslerini en çok klavye başında çıkarabildiklerini göreceksiniz. "Cumhuriyet bir dayatma" diyorlar mesela, en meşhuru bu. Halka ve meclise rağmen ilan edilmiş. Bu fikir, Mustafa Kemal'in fantezisiymiş. Ve hiç iyi olmamış. Dürrizade Abdullah styla… Bakınız; "Kin ve düşmanlıklar, sadece ilkellerde olur" vecizi tam bu noktada çok önemli Mustafa Kemal'in.
"29 Ekim'in 100. yılını neden hak ettiğimiz gibi kutlayamıyoruz?" diye kibar kibar sitem etmiş bir X (Twitter) kullanıcısı, üç dakika içinde o da radara takılmış. "Evine bayrak asmak isteyen assın, ağlayanlar ağlasın, karışan mı var! Biz kutlamıyoruz." diye buyurmuş biri. Şimdi burada şunu da söylemek isterim: O kadar haklı ki. Biz kutlamıyoruz ama siz kutlayın diyor.
Harry Potter'da ruh emicilere karşı bir sihir var, Patronus. Tek bir insan bile mutlu olmasın, gülümsemesin isteyen bu ruh emicilere karşı sözde bir koruma duvarı… Hepimizin bugün bir sihre ihtiyacı var. Ve o sihir içimizde. Uzakta değil, mucize değil. Cesaret lazım. Çünkü cesaretin bittiği yerde esaret başlar.
Biz doğum günlerimizde bile kutlama yapar, pasta keseriz. Kutlama istemediğimizi yedi cihana ilan etsek bile, birileri mutlaka alır gelir o pastayı. Biz bir keresinde muhafazakâr olduğunu bildiğimiz, ama o kadar muhafazakâr olduğunu tahmin etmediğimiz, bir arkadaşımıza pasta aldık, eliyle itti, "Kusura bakmayın ben kutlamam, mum da üflemem, anlayışıma uygun değil" dedi. Haklı, düşünemedik. Ne yaptık? Mumları sırayla üfledik, dilekleri diledik, afiyetle de yedik pastayı. "İyi ki sen istemedin kutlamayı, böyle daha güzel oldu" deyip güldük üzerine. Sonra baktı o kadar eğleniyoruz ki, pastayı kesmediğine pişman oldu.
Cumhuriyet Bayramı'nı görmezden gelmemizi isteyenler var, evet. İyi de kutlama bizim, dilekler bizim, ev bizim, memleket bizim!
Kutlayalım. Şanımız yürüsün. 29 Ekim sabahı evimizin, memleketimizin havasını içimize çekelim ve bağırarak söyleyelim: İyi ki Cumhuriyet!
Haydi, sensin Mustafa Kemal.
Robert Kolej öğretmenleri ve öğrencileri tarafından bestelenen 100. Yıl Marşı, beni kalbimden vurdu. Şöyle diyor çocuklar marşta:
Bir gün biterse tüm umutların, umudun kendisi sen olmalısın
Yılma sakın, sensin Mustafa Kemal.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |