Süheyl Aygül

09 Ocak 2013

İstanbul Büyüsü

Güzellikle çirkinliği, şefkatle acımasızlığı, bilgelikle aptallığı, zenginlikle yoksulluğu, zirvelerle dipleri bir arada taşıyan bir kenttir İstanbul

Güzellikle çirkinliği, şefkatle acımasızlığı, bilgelikle aptallığı, zenginlikle yoksulluğu, zirvelerle dipleri bir arada taşıyan bir kenttir İstanbul. Onu tanımlamak için sıralanan özelliklerin çoğu sadece ona özgüdür. İki kıtayı birleştiren kaç şehir vardır? Ya ortasından deniz geçen şehirler kaç tanedir? Peki iki denizi birleştiren başka şehir biliyor musunuz? Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir söyleyebilir misiniz? İstanbul bu sorulara konu özelliklerinin tümüne birden sahip şehri muazzamadır.  Ve daha bir sürü eşsiz niteliği ile bulunmaz olanaklar sunar ona gelmiş insanlara… 

Sadece insanlara mı?

Başıboş köpeklerinin, münzevi kedilerinin de eşsiz sığınma evidir İstanbul. Başınızı üzerinde deniz gibi dalgalanan gökyüzünün efendisiz kuşları beyaz kanatlı martıların da vatanıdır.

‘’Zapt edene cennetin vaat edildiği şehir’’ dir. Bana sorarsanız İstanbul ele geçirilemediği için güzeldir. Fatihler yolcu o handır ve hancıdan da sonradır. Ona meydan okuyanlara değil onu aşkla sevenlere cömertçe sunar bütün güzelliklerini. Benim de İstanbul’a karşı yaklaşımım budur.

İstanbul virüsünü kaptığım yıl daha on bir yaşımdaydım. İlk defa ablamın düğünü için Trabzon’dan gelmiştik. Sudan gelenlerin önüne serdiği müthiş görkemiyle uzaktan karşılamış ve yaklaştığımızda ana kraliçe tavrıyla kucaklamıştı bizi. Moda’da geçirdiğimiz dört keyifli gün sonrasında kalbime tılsımını, aklıma da bir daha hiç unutmamak üzere düşlerini işlemişti.

İstanbul bir anlamda  ‘’hoş geldin’’ ve ‘’veda’’ lar kentidir. Her gün yerli yabancı binlerce insan kente girer ve çıkar. Her biri çıkışta gönül bavulunda nadide anılar ve kalbinin derinliklerinde ölümsüz İstanbul virüsü ile devam eder yerküredeki yolculuğuna.

Gün biterken kızıllaşmaya yüz tutan gökyüzünün şahitliğinde vedalaşmıştık İstanbul’la. Sancak güvertesinde ellerini demirlere yaslamış, geminin arkasında bıraktığı beyaz köpüklere ve etrafında kanat çırpan martılara hayranlıkla bakarken bütün  şehri içine çekmeye çalışan bir küçük masal prensine dönüştüğümü  anımsıyorum.

Gemi yavaş yavaş uzaklaşırken İstanbul’un siluetindeki muhteşem oyuncular belirginlik kazanıyordu. Bizanslı Ayasofya,  Cenevizli Galata, Osmanlı Topkapı,  zarif minareler, kubbeler ve kuleler el sallıyor belki de beni geri çağırıyordu.

Uzaklaşamama hissi miydi yoksa sebepsiz bir aşk mıydı tam hatırlamıyorum ama bu vedalaşmanın aklımdan bir daha çıkmayacağını çok iyi biliyordum.

Büyülenmiştim!

Bundan sonra aralıklarla derbi maçları sayesinde ve erguvan sezonlarında buluştuk. Ancak vuslat için iş hayatımın başlamasını beklemem gerekecekti ve öncesinde Kavafis’in dediği gibi nereye gidersem gideyim bu şehir arkamdan gelecekti.

İş hayatına İstanbul’da başlayınca aşkıma kavuştum. Ben seven o sevilmeye razı olandı.

Lodos’tan poyraza rüzgarları eserken, kuğu gibi süzülen vapurlarında elimde sıcak bir bardak çayla, Sinan’ın camilerini,  Balyan’ın saraylarını, muhteşem inci  tanesi yalı ve kasırlarını, iki yakaya gerdanlık gibi asılmış köprülerini, Malkoçoğlu duygunuzu kamçılayan  surlarını ve hisarlarını, galata ve kız kulesini,   zarif iskelelerini,  Haydarpaşa Garını hep hayranlıkla içime çekmeye devam ettim.

Baharda adalarında fayton keyfi yaşadım.  Asırlık çınar ağaçlarını, beyaz manolyalarını,  erguvandan mimozaya farklı renklerini, mor sümbül-salkımlarını, kırmızı kamelyalarını, renk cümbüşü sunan lalelerini, ortancalarını izlerken sadece görsel şölen yaşamakla kalmayıp içimde yeşerttiği duygularıyla onu hep en derinlerde hissettim.

Romantik martılarının çığlıklarını, boğazdan göç eden oyunbaz yunuslarını, Nisan’da bülbüllerini, Kasım ayında da sakalarını hayranlıkla dinledim ve gözlemledim.

Kamondo Merdivenleri’ni, dik yokuşlu tepelerini, efsane sokaklarını, bin bir renk ve koku barındıran çarşılarını, tükenmeye yüz tutan eşsiz balıklarını kırmızı tavalarında sergileyen tarihi balık çarşılarını adımladım.

En eski Rum ve Ermeni meyhanelerini keşfederken, boğaz balıkçılarında ve lezzet durağı kebapçılarında hep damak tadımdaydı büyüsü.     

Lodos eserse iyot, bazen Tarabya’da yosun, Karaköy’de balık-ekmek, Çengelköy’de salatalık, Taksim’de kebap ve bazen ıhlamur, Mısır Çarşısı’nda baharat, Sarıyer’de börek, Kireçburnu’nda fırın kokusundaydı onun büyüsü.

Yöresel ve dünya mutfağı sunan lezzet duraklarını keşfettim.  Festivallerini yaşadım. AKM’sinde aryalar dinledim ve vapurların düdüğüne, minarelerden yükselen ezanına, kilise çanlarına, martıların çığlıklarına aynı büyülü senfonin farklı enstrümanlarıymışçasına kulak verdim.

Eşsiz müzelerinde İskender’in lahdinin, Şah İsmail’in tahtının, Osman Hamdi’nin kaplumbağa terbiyecisi tablosunun önünde nefesimi içeri çekerek efsunlu anlar yaşadım.

İstiklal’de  insan nehri coşkuyla akarken hemen bir arka sokakta sığınılacak huzur ve dinginlik çağrısı yapan  Mevlevihanesi’ne vuruldum.

Sadece gün ışığında değil geceleri de çok farklı bir güzelliğe bürünerek sizi içine çeker şehr-i muazzama. Güneş batınca taksilerin sarıya boyadığı yollarıyla, rengarenk gerdanlıklar takınan köprüleriyle ayrı bir büyü kazanan, egzotik su ve ışık oyunlarının sahne aldığı mehtaplı gecelerini yaşadım.

Bir yanında Karadeniz’in hırçın suları coşarken, diğer yanda Marmara’nın uslu uslu oturduğu, Haliç ve Boğaz’ın dingin sularının kolkola huzur içinde uyuduğu eşsiz kentin büyüsüne gönüllü tutsak oldum her daim.

Bazen Yeni Cami’de bir güvercinin kanat şıkırtısı, Belgrat ormanlarında rüzgarla konuşan ağacın yaprak hışırtısı, bazen de İnönü’den,  Saraçoğlundan, Telekom’dan yükselen gol sesi olup gürlerdi kentlerin kraliçesi oktavlara sığmaz ses hacmiyle.

Nedim’den Orhan Veli’ye, Orhan Veli’den Yahya Kemal’e her şairin bir mısralarında anlattığı, Yeşilçam’ı besleyen, Sezen Aksu’nun en güzel şarkılarına ilham kaynağı olan bu eşsiz kent ona adanmamış şarkılarda da‘’bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun’’ dedirtiverir.

Levent Yüksel’in ilk albümündeki sözleri ile samimi bir gönül birlikteliği kurdurur bazen…

 

Saçlarını dağıtır rüzgar

‘’Yeditepe üzerinden

Hatıralar tarihinin küllerini savurur

Kadın gibi, kısrak gibi

Sarılayım gel ince beline

Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından’’

 

Herkesin farklı bir İstanbul’u vardır şüphesiz…

Perslerin Dersaadeti yani ‘’Gerçek mutluluğa açılan kapı’’

Greklerin Teofilaktos’u yani ‘’Tanrının koruduğu şehir’’

Romalıların NuovaRoması yani ‘’Yeni Roma’’

Bizanslıların Konstantinapolisi yani ‘’Kutsal Şehir’’

Osmanlıların ÜmmüdDünyası yani ‘’Dünyanın Anası’’

Herkeste ayrı ayrı ifade bulan binlerce renge sahip gökkuşağı kentidir İstanbul.

Eşi ve benzeri bulunmayan bir sanat eseridir.

Asya ile Avrupa’ya aşk evliliği yaptıran zevk-ü sefa kentidir.

Benim için, İstanbul büyülü bir aşk demektir.

Bu büyülü aşk;  kız kulesinde ay ışıklarının deniz üzerindeki pırıltılarına bakarken,  yüzünüzü ve dudağınızı okşayan meltem ile öpüşmek, bazen baharın tüm rayihaları havada uçuşurken onla birlikte elele yürümektir…

                                                                                                             İstanbul’u sevmez ise gönül aşkı ne anlar.

                                                                                                                                                              YAHYA KEMAL