Niyet edilenle gerçekleşen arasında bir fark olması normaldir. Hayatın akışı içinde pek çok kez insanın başına gelir. Devletler açısından da niyet edilenle gerçekleşen arasında bir fark bulunabilir. Her iki durumda da soru aradaki farkın insanın hayatını, devletin konumunu/stratejisini/hedeflerine ulaşma becerisini nasıl etkilediğidir. Her şey olup bittikten sonra eğer hedeflenen ile gerçekleşen arasındaki fark çok açıksa ve yapabildiğiniz yapmak istediğinizin çok gerisinde kalmışsa bir muhasebeye ihtiyacınız vardır. Hedeflerin ne kadar gerçekçi olduğunu iş işten geçtikten sonra bile olsa tarttıktan sonra bir de beklenmedik gelişmeleri izlemek ve onları anlamlandırmak gerekir.
Türkiye’nin Suriye politikası ilk bir-iki ayı dışında kendisine büyük hedefler koydu. Yalnızca zalim Beşar Esad rejiminin düşürülmesi arzusuyla yetinmeyip bu sanki olmuşçasına kendisini mutasavver bir İhvan birliğinin önderi olarak görüp, o düzenin merkezine de yerleşmek istedi. Dönemin Dışişleri Bakanı, Meclis kürsüsünde Türkiye’nin o sırada Arap isyanlarının yarattığı iyimser rüzgarların etkisindeki Ortadoğu’da yaşanan değişimin destekçisi, sahibi, yönlendiricisi olacağını o hiç sarsılmayan özgüveniyle haykırıyordu. Türkiye’ye artık bölgesel güç olmak yetmiyor, buna küresel erişim boyutu da en azından ülkede yaşayanlara pazarlamak üzere ekleniyordu.
Bugün geriye dönüp baktığımızda bu hedeflerin gerçekçi olmadığı daha iyi anlaşılıyor. Ankara yalnızca ABD’nin veya Obama yönetiminin niyetleri ve savaşa yönelik eğilimlerini yanlış değerlendirmekle kalmadı. Rusya ve İran’ın ne pahasına olursa olsun Esad rejimini ayakta tutma iradesinin gücünü de anlamadı ya da anlamazdan geldi. Hesapları yanlış çıktıkça, izlediği siyasetten sonuç alamadıkça siyasetini gözden geçireceğine tersine yaptıklarını daha büyük bir tutkuyla ve orta-uzun vadedeki olumsuz sonuçlarını göz önünde hiç bulundurmadan sürdürdü. Yüzbin diye sınırı ilan edilmiş mülteci sayısı bu hayalperestlik neticesinde 3.5 milyonu buldu. Kendilerine en hafifinden müsamaha gösterilen ve aslında ciddi şekilde, pek çok bakımdan beslenen, yardım gören Cihadcılar isteneni bir türlü veremediler.
Arada yaşanan bazı kritik ve sonraki gelişmeleri belirleyen olay Suriye’ye yönelik siyasetin giderek odak daraltmasına yol açtı. Stratejik düşünce bir kenara bırakılıp, iç siyasetin gereklerine uyarlanarak ya da köklü dogmalar üzerinden dış politika uygulanınca Türkiye kendisini hayli sıkıntılı bir durumda buldu. İki olay burada belirleyici diye zikredilebilir. Birincisi, IŞİD’in Kobane’yi kuşattığı sırada sivillere sınırlar açılırken kentte savaşan PYD-YPG unsurlarına yardım etmemekti.
Eğer o günün şartlarında Türkiye, Suruç’a neredeyse ancak bir taş atımı mesafede olan Kobane’ye yönelik kuşatmayı TSK ile kırmış olsaydı, bugün kontrol etmek istediği alanı o zaman kontrol imkanına sahip olacak Türkiye’nin IŞİD ile mücadeleyi de içeren Suriye içindeki askeri varlığına dünyada itiraz eden de muhtemelen çıkmayacaktı. BU kararın neden ve nasıl verildiğini anlamak içinse belki de Musul konsolosluğunun neden tüm uyarılara rağmen boşaltılmadığını ve IŞİD’in eline tüm personeliyle geçmesine imkân sağlandığını anlamak gerekir. Musul’daki rehinelerin, bölgenin ağababası olmakla övünen ya da o konuma gelmek için uğraşan bir ülkenin kendisine bağımlı Kurdistan Bölgesel Yönetimi ya da Yezidilerin yardımına koşmamasının, Ankara’nın iddialarını nasıl anlamsız kıldığını düşünen olmuş mudur acaba?
İkinci kırılma noktası büyük kahramanlık naralarıyla karşılanan Rus uçağının düşürülmesi ve bu olayda yumuşama yerine “gerekirse bir daha yaparız” tarzı bir meydan okuma dilinin korunmasıydı. Bu mantık dışı tutumun sonucunda Türkiye ağır bir bedel ödedi. Rusya ambargosu, gerçekleşen eylemin muhtemelen beklenen sonuçları vermemesi nedeniyle ülkenin kendisini yapayalnız bulması hep uçağın düşürülmesinin sonuçlarıydı. Rusya ile ara düzeltildikten çok kısa süre sonra kanlı darbe teşebbüsü, o gece ve sonrasında Rusya’dan ve İran’dan destek gelirken müttefiklerin kulaklarının üzerine yatmaları, demokratik dayanışma tepkisini vermemeleri Moskova’ya ciddi ölçülerde bağımlılık geliştirecek bir rotaya girilmesini sağladı. Astana süreci de bu gelişmelerin bir sonucuydu. Aynı zamanda, İran ve Rusya ile Türkiye’nin `Suriye iç savaşının başından itibaren birbirilerine zıt hedeflere sahip oldukları düşünüldüğünde aslında Ankara kendi hedefinden vazgeçiyordu.
Tüm bu gelişmelerin ardından Türkiye’nin Suriye politikası tek bir boyuta iniyordu: PKK’nın uzantısı ve IŞİD karşısında ABD desteğiyle muharip gücü oluşturan PYD/YPG'nin yok edilmesi ya da en azından Türkiye sınırlarından uzaklaştırılması, tercihan da yok edilmesi. Türkiye’nin hayati bir tehdit olarak gördüğü bir örgütün, ABD açısından kendisine ihtiyaç duyulan bir müttefik olması NATO üyesi iki ülkenin aralarındaki ilişkileri her geçen gün daha sorunlu hale getirmişti. Güvenlikli bölge tartışmaları bu bağlamda başladı. Sonunda 7 Ağustos anlaşmasına rağmen, Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme arzusunun baskın çıkmasıyla Türkiye uzun zamandır arzuladığı harekâtı yapabildi.
Bu harekâtın ilan edilen iki önemli hedefi vardı. Bunlardan birincisi TSK’nın müdahalesiyle Fırat’ın doğusundaki sınırın Irak sınırına kadar Türkiye tarafından kontrol edilmesi ve 30 kilometre derinliğe de inilerek PYD/YPG’nin sınırdan uzaklaştırılması. Bu aynı zamanda ve belki de aslen Suriye’de şekillenmiş Kürtlerin ağırlıklı olduğu bölgede PYD tarafından oluşturulmuş özyönetim yapılanmasının ya da Rojava deneyiminin imhası anlamına geliyordu. Daha önce Rusya’nın onayı ve desteğiyle Afrin’de yapılan operasyonun da gösterdiği gibi bu deneyimi korumak isteyen bir büyük güç de yoktu. Bugünse, ABD askerlerinin çekilmesiyle birlikte fiilen bu bölgenin tüm “kantonları” TSK tarafından birbirinden ayrılmış durumda. Bu bakımdan maksadın hasıl olduğu söylenebilir.
Ne var ki, gerek kendisiyle bu harekât bağlamında çatışmaların durması için ortak açıklama yapılan ABD, gerekse Soçi’de birlikte, terörizme ve terörist örgütlere karşı kesin tavır koyan bir dille yazılmış bir mutabakat muhtırası imzalanan Rusya Türkiye’nin halen elinde tuttuğu 120 km genişlik ve 30 km derinlikteki Tel Abyad ile Resulayn arasındaki alanın ötesine geçmesine itiraz etmiştir. ABD’nin askerlerini çekmesiyle Suriye’de sözü en çok geçen devlet Rusya’dır ve ABD ile uyum içinde harekâta destek vermiştir. Murat Yetkin’in bu konudaki yazısı Moskova ve Washington’un aralarındaki koordinasyonu anlatıyor. Sonuçta Türkiye hedeflediği ilk sonucun önemli bir bölümünü elde etmiştir ancak bunun karşılığında, Suriye rejiminin ordusu yeniden sınıra gelmiştir. Türkiye, 150 saatlik bir sürenin ardından YPG unsurları silahlarıyla birlikte 30 kilometrenin dışına çıktıktan sonra sınır boyundaki devriyelerini Ruslarla ortak yapacaktır.
Asıl sorun Türkiye’nin deklare ettiği ikinci hedeftedir. Irak sınırına kadar olan alan kontrol ediliyor olsaydı Türkiye’de mukim Suriyeli mültecilerin 2 milyonunun sınırın güneyine gitmesi/gönderilmesi gündemdeydi. Soçi’de imzalanan muhtıra “mültecilerin güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini kolaylaştırmak amacıyla ortak çalışma yapmaktan” bahsetmektedir ki, bunun meali mültecilerin kahir ekseriyetinin bir yere, en azından yakın zamanda, gitmeyecekleridir.
Bunların ötesinde muhtıranın Adana Mutabakatı’na atıfta bulunan maddesi Moskova’nın eninde sonunda Ankara ile Şam’ı doğrudan görüşme masasına oturtma iradesinin bir eseridir.
PYD ve genel olarak Kürtler bu harekâtın kaybedeni olarak görülmektedir. PYD, hakimiyeti altındaki bölgeyi kaybetmiştir. Buna karşılık YPG komutanı, eski bir PKK’lı olan Mazlum Kobani ABD başkanıyla olduğu gibi Rusya Federasyonu Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanıyla da telefonla görüşebilecek bir statüye kavuşmuştur. Amerikalı bir grup Senatör kendisini Washington’a davet etmek istemektedir.
Kendi başına bunlar gelecekle ilgili net siyasi bir tablo çizmeyebilir. Ancak Türkiye’de harekât planlarını yapanların işin kamu diplomasisi boyutunu iyi düşündüğünü, Suriye’deki gerçekliğin, özellikle de IŞİD ile mücadele etmiş olmanın dünya kamuoyunda nasıl değerlendirildiğini doğru anladıklarını söylemek pek mümkün değildir. Bu harekât sırasında kullanılan dilin de etkisiyle PYD dünya kamuoyunda ve telefon konuşmaları esas alınacak olursa büyük devletler indinde meşruiyetini artırmıştır.
Önümüzdeki dönemde yalnızca ABD ile olan ilişkilerde değil, PYD’nin ve PKK’nın birer temsilciliğinin bulunduğu Rusya ile ilişkilerde de bu yükselen profilin siyasi sonuçları Türkiye dış politikasının uğraşmak zorunda kalacağı en önemli konulardan birisi olacaktır.