Cumhuriyet Halk Partisi’nin, düzenlediği Uluslararası Suriye Konferansı’ndan çıkardığı sonuçların özetlendiği belge kanımca hayli radikal pozisyonlar ortaya koyuyor. Türkiye’nin bugünkü ruh hali, ülkede Kürt meselesine, PKK sorununa ve PYD/YPG’nin varlığına nasıl bakıldığı akla getirildiğinde metinde arzu edilen sonuçların gerçekleşmesinin, kolay olmayacağı aşikârdır. Kısa zamanda bugünkü tavrın, dilin ve en önemlisi tarzın değişmesini ummak da herhalde gerçekçi değildir. Ancak bu zorluklar konferansın ve sonuç bildirgesinin önemsiz yahut işlevsiz olduğu anlamına gelmez.
Suriye politikasının geçmişteki sorunları, bugünkü durumun gerçekçi bir değerlendirmesi ve ileriye yönelik olarak menkıbelerin ötesine giden bir siyaset arayışının ve tartışmasının başlamasına duyulan ihtiyaç gerçekti ve büyüktü. Yeni bir söylemin, şu anda geçerli olan bakış açısının ve izlenen siyasetin ülke ve toplumun çıkarları göz önünde bulundurularak oluşturulmaya çalışması ivedilikle gerekiyordu. Keşke bu toplantıya katılması arzu edilen herkese vize de verilse ve toplantıya katılmaları sağlanabilseydi.
Arap isyanları Suriye’ye sıçradığında, barışçı eylemlere rejim bildiği tek dil olan şiddetle cevap verdiğinde soruna nasıl yaklaşılması gerektiğini en doğru şekilde kestirmek kanımca o kadar da kolay değildi. Yani elde Arap isyanları döneminde eski yaklaşımları sürdürmek gibi bir seçenek vardıysa bile bunun Ortadoğu’daki alt üst oluş haline yaklaşımda en uygun tercih olduğunun kanımca bir garantisi yoktu. Suriye’deki krizde geçmişe göre farklı bir yaklaşım benimsemek günün koşullarında anlaşılır bir tutum sayılsa bile bu yaklaşımın ve onun sonucu uygulanan politikaların yanlışlığı anlaşıldıktan sonra bunları gözden geçirmek yerine tam gaz daha da yoğun şekilde devam etmek, Cihatçı akışına kolaylık göstermek ve desteklemek akıl dışı bir davranıştı. Nitekim sonunda da Türkiye’ye çeşitli şekillerde zararı dokundu. CHP sonuç belgesinde, “sığınmacı üreten savaş politikalarına son verilmesi gerektiği ve bu kapsamda, farklı isimler altında Suriye’de faaliyet gösteren cihatçı örgütlere ve silahlı muhaliflere verilen desteğin derhal sona erdirilmesi özellikle vurgulanmıştır” yazıyor.
Sonuçta dönemin dış politikadan sorumlu yöneticilerinin ergenlik hülyalarını gerçekliğin yerine koyarak verdikleri kararlar, hatalarından ders almayı bilmeyen egoları ve rejimi ne pahasına olursa olsun ayakta tutma iradesine sonuna kadar sahip İran ve Rusya’nın politikalarını hafife almaları bugünkü krizi yarattı. En kötüsü yapılan yanlışlar yalnızca bölgesel değil küresel bir güç de olduğu iddiasıyla bu soruna müdahil olan Türkiye’nin gönlünden geçenlerle kapasitesi arasındaki vahim uçurumu da dosta düşmana göstermiş oldu. Dünkü konferanstaki konuşmasında eski Dışişleri Bakanı ve Türk Dış Politikasının akil adamı Hikmet Çetin, Türkiye’nin mülteci sınırını 100 bin kişide çizmiş olduğunu da hatırlatmış. Bugün 3,6 milyon mültecinin Türkiye sınırları içinde olduğu ve bu nüfusun varlığının yarattığı çeşitli sorunlar düşünüldüğünde tercih edilen yolun yanlışlığı daha da net ortaya çıkıyor.
Mülteci meselesi nefret söylemiyle, savaştan kaçan insanları korkaklıkla suçlamayla aşılabilecek bir mesele değil. Mültecilerin varlığının yarattığı sorunları dürüstçe tespit etmek gerekir. Devletin bu konuda neleri yapmadığı, muhtemelen ezici çoğunluğu ülkelerine dönemeyecek, Türkiye’de kalacak bu insanların toplumsal tepkilere yol açmadan nasıl entegre edilecekleri üzerinde de düşünmek gerekecek. CHP belgesi “Suriye halkına gönderilen insani yardımlara erişimin önündeki bütün engellerin kaldırılması, Suriye yeniden güvenli ülke haline geldikten sonra sığınmacıların gönüllü geri dönüşlerinin teşvik edilmesi, ülkemizde kalabilecek olan Suriyelilerin ise toplumumuza uyum sağlamaları için plan ve stratejilerin oluşturulması öncelikli hedefler olarak belirlenmiştir” diyor.
Açıklanır açıklanmaz saldırılan sonuçlar belgesi CHP’nin krizin başından beri savunduğu pozisyonun da ısrarlı. Krizin aşılması, Türkiye’nin Suriye’de kendisini açmaza sokan durumdan kurtulması için önerilen formül rejim ile temasın kurulması ve diyaloğun başlaması. Kendi halkına neleri reva gördüğü tanıklıklarla, belgelerle ortaya çıkmış bir rejimle müzakereye oturmak gerçekten de atılması gereken ilk adım mıdır, eğer böyleyse bunun şartları ne olmalıdır soruları hem ahlaki hem de siyasi açıdan enine boyuna tartışılmaya muhtaçtır. Bu işbirliğinin neyi hedeflediği konusu, ortak paydanın yalnızca PYD’nin çevrelenmesi, etkisinin kırılması ile mi sınırlı olacağı da ortadadır. Şam’daki rejim bir yandan Ankara’yı kendisiyle müzakereye çekmek için PYD’yi terör örgütü diye tanımlarken diğer yandan da ABD ve Türkiye askerlerinin ülke topraklarından çekilmesini talep etmektedir.
Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna, ABD ile yapılmış anlaşmaya rağmen, her an müdahale edebileceği ihtimalinin diri tutulduğu hatta bu müdahalenin yarın yapılacağı beklentisinin kamuoyuna sürekli hatırlatıldığı malum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Trump ile tüm çabalara rağmen yüz yüze görüşmemiş olması, herhangi bir müdahaleye karşı olduğu bilinen Amerikan güvenlik bürokrasisinin baskıları sonucu mudur, anlamak gerekir. Sonuçta bir müdahale yapılacaksa bile bunun Türkiye’nin istediği boyutlarda olmayacağı barizdir. Dahası ABD ile Rusya’nın aralarındaki diyaloğun ne tür maddeler üzerinde yoğunlaştığını da bilmek, hem analiz yapmak hem de Ankara’nın seçeneklerinin sınırını görmek açısından gereklidir. Cenevre sürecinin yeniden başlaması, Rusya’nın Suriye’deki savaşın bittiğini ilan etmesi aslında bu krizin son turuna gelinmiş olabileceğinin de işaretleri sayılabilir.
Suriye’deki açmaz, özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından Türkiye’nin stratejik kimliğinin ne olduğu konusunu da tüm ağırlığıyla gündeme getirmişti. CHP belgesi “Suriye’de Fırat'ın doğusunda başka bir devletle farklı politika, batısında yine başka bir devletle yine farklı bir politika uygulamanın Türkiye’yi çoklu tehditlerle karşı karşıya bırakarak köşeye sıkıştırdığı; yapılması gerekenin, toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlık, egemenlik ve iyi komşuluk ilişkileri ilkeleri üzerinde yükselen bütünlüklü ve uyumlu tek bir Suriye politikası izlemek olduğu belirtilmiştir” tespitini yapıyor. Ancak Türkiye’nin Batı ittifakındaki yeri ve bu bağlamda ABD ile arasındaki ilişkinin bugünüyle ilgili değerlendirmeden kaçıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Amerikan Fox news kanalına konuşurken bir yandan Rusya ve İran ile yakın ilişkileri sürdürme kararlılığını yineliyor diğer yandansa bu stratejik kimlik hakkında içeride pek tanık olmadığımız bir netlikte tutumunu ortaya koyuyor: ABD ile ilişkilerde "Zaman zaman dünyadaki gelişen şartların da getirdiği sıkıntılar olmuyor değil ama bunun hiçbir zaman stratejik ortaklık düzeyindeki ilişkilerimize zarar vermesine müsaade etmedik, etmeyiz ve bu ortaklığımızın güçlenerek devamından yana olduk hep ve bugün de aynı konumdayız… Stratejik ortak olarak bakıldığında ne Rusya ne İran NATO ülkesi. Biz NATO'da ABD ile beraberiz. NATO içerisindeki birlikteliğimiz herhalde bir şeyler anlatıyor olmalı. NATO içindeki bu stratejik ortaklığımızın diğer alanlara da yansımasını bekliyoruz."
Suriye krizi şu ya da bu şekilde sonuca vardığında, Türkiye’nin 21. Yüzyıla hangi stratejik kimlikle gireceği sorusuna bir cevap vermesi, Batılı müttefiklere kızgınlığı nedeniyle Rusya’ya bağımlılık tercihini yapıp yapmayacağı da berraklığa kavuşacaktır. Burada sağlıklı bir karar verilmesi içinse içerideki tartışmanın tabulara, hamasete, stratejik körlüğe ve iç politika kaygılarına takılmaması, gerçekçi bir zeminde yapılması gerekecektir.
Musevi okurların Roş Aşana bayramını kutlarım