Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in, Türkçe’ye "Kırmızı Pazartesi" başlığıyla çevrilen kısa romanı, "Onu öldürecekleri gün Santiago Nassar sabah saat 5 buçukta piskoposu getirecek gemiyi beklemek üzere kalktı" diye başlar. Asıl başlığı "Önceden bilinen bir ölümün vakayinamesi" olan romanda herkesin Santiago Nassar’ın öldürüleceğini bilmesine rağmen köyde kimsenin bunu engellememesini anlatır. Bir bakıma gerçekleşen "kader"dir ama her an değiştirilmesi ya da önlenmesi mümkün olduğuna göre cinayetle gelen bu ölüm aslında "mukadder" değildir.
Son iki haftadır önce İdlib adlı cehennemden, dün de Libya’dan gelen ölüm haberleri aklı başında, vicdan sahibi ve bu konulara biraz kafa yoran her vatandaşın kabusuydu. Hava desteğinden mahrum askerler karşılarındaki Suriye ordusundan çok tepelerindeki Rusya Hava Kuvvetleri'nin insafına terk edilmiş vaziyette kaldılar ve şimdiye kadar 16'sı şehit oldu. Suriye rejimine Şubat ayı sonunda çekilmediği taktirde başına neler geleceği anlatılırken şimdi ancak Rusya’nın rejimi zapt-ü rapt altına alması gerektiği söylenebiliyor.
Daha hâlâ neden iç savaşına müdahil olunduğu ikna edici şekilde anlatılmayan Libya’da yaşanan trajediyi, orada da aileleri kahredecek gelişmeler yaşandığını ise kamuoyu laf arasında öğrendi. Şehit düştüğü, herhalde hadisenin örtbas edilmeye çalışılması nedeniyle kamuoyuna açıklanmayan Albay Altınay’ın cenaze töreni ancak dönem arkadaşlarının olayı gündeme taşımalarıyla bir mesele haline geldi.
İşlerin İdlib’de bir noktadan sonra buralara geleceğini konuyla ilgisi olan herkes tahmin edebiliyordu. Bu konuda farklı siyasi görüşlere sahip pek çok çevre uzun zamandır uyarılarını duyurmaya çalışıyordu. Meslek etiğinden çoktan vazgeçmiş kurumların gazetecilik yaptırmadığı bir ülkede sahadaki durumun yerel kaynaklardan öğrenilmesi zaten mümkün değildi. Ar damarı çatlamış TV yöneticileriyse tartışma programlarında kamuoyunu bilgilendirme yükümlülüklerini hiçe saydığından dünyayla bağlantısını görsel medya üzerinden kuran genel kitlenin ne gibi tehditlerle karşı karşıya olunduğundan haberi yoktu.
İddia ve ihtirasları akıllarının, ama özellikle de bilgilerinin fersah fersah ötesinde koşan, her renkten çığırtkanın hâkimiyetindeki "tartışma" ortamında başka bir şey beklemek de zordu zaten. Bu şartlarda dahi güvenilir ve olguya dayalı bilgi üreten kaynaklar aracılığıyla ortaya çıkan durumu anlatmaya çalışanlar oldu.
Sınırsız sorumsuz ana muhalefet liderliği, kendi bünyesindeki akıl ve vicdan sahibi üyelerini de dinlemeyerek dış politikada derin bir anlamsızlığın içinde debelendiğinden kamuoyunun tehlikenin boyutları hakkında bilgilenmesine katkı yapmadı. S-400'ler hakkında kendisine yakın çevrelerden yükselen zafer çığlıklarını bile bastırabilecek basireti gösteremedi. Ülke için nasıl bir stratejik perspektif öngördüğünü anlatmaktan aciz olduğu gibi neredeyse sorgusuz sualsiz şimdilerde hesapsızlığı anlaşılan politikalara meşruiyet kazandırdı.
Bu feci ortama rağmen özellikle İdlib gibi hayati bir konuda ülkenin kendisini içinde bulduğu böylesi bir savrukluğu kimse beklemiyordu. İç savaşın başından beri Suriye’deki durumu ya eksik ya yanlış değerlendiren, kendi gücünün çok üzerinde bir kapasiteyi kendisinde vehmeden Ankara bugün de daha önce olduğu gibi tatsız gerçeklerle karşılaşıyor.
Barış Pınarı Harekâtı'nda nasıl ABD ve Rusya’nın çizdiği sınırların ötesine geçilemediyse, İdlib felaketinde de tüm iddialara rağmen kendi iradesini karşıtlarına kabul ettiremiyor. Tam da bu nedenle aylardır hatta yıllardır şeytanlaştırılan Batı’dan ve bugünkü sıkıntılı durumu saha kenarından alkış tutarak kendi lehine çevirmek isteyen ABD’den medet umuluyor. Rusya’nın Astana ve Soçi’ye uymadığı keşfediliyor. Tabii Rusya da haklı olarak Türkiye’nin kendi üzerine düşen, Cihatçıların işini bitirme görevini yerine getirmediğinden şikâyet ediyor.
Aylardır herkese tepeden bakan, Batı’ya kafa tutan, Rusya ile işbirliğinin eşit bir ilişki olduğunu savunan kerametleri kendinden menkul ve edepsiz büyük "stratejik" düşünürler aniden çark ediyor ve eğer Batı’dan tehditkar bir şekilde destek talep etmiyorlarsa, ülkenin savaşa tümüyle dalması gerektiğini savunuyorlar. Ne de olsa fakir çocukların aileleri yarın onlardan bu yaşanan felaketteki sorumluluklarının hesabını asla soramayacaklar. Küstahlıkları ve edepsizlikleri sınır tanımadığı için bu müthiş çark etme manevrasını da her zamanki kibirli üsluplarıyla yapmaktan da utanç duymuyorlar.
Daha 2018 yılındaki Tahran zirvesinden sonra Suriye’de alanı karış karış gezmiş, örgütlerin mevcutlarını neredeyse isim isim tanıyan Serhat Erkmen şunları yazmıştı: "Büyük bir olasılıkla İdlib’deki çatışma, bölgenin bir anda tamamen Rusya-rejim ittifakının eline geçmesine değil, kademeli olarak ana yol güzergahlarına göre belirlenmiş bazı kasaba ve köylerin çatışarak ya da uzlaşarak el değiştirmesine sahne olacaktır. Çatışma yavaş ama sert bir biçimde zamana yayılacaktır. Eğer doğrudan sivil yerleşim merkezlerini ağır bombardımanla hedef alan bir çatışma ortaya çıkarsa, ortaya büyük bir göç, sert bir direniş ve daha uzun süreli bir kriz durumu çıkabilir." Yani bugünün gelişi daha 16 ay önceden belliydi. Tıpkı Santiago Nassar’ın ölümünde olduğu gibi bunu engelleyen çıkmadı.
Ankara sanki ortada Türkiye’nin aleyhine bir güç dengesi yokmuş gibi ve Türkiye’nin Suriye topraklarında olmasından rahatsız olan İran’ı da hiçe sayarak bildiğini okumaya devam etti. Aydın Sezer’in İslam Özkan’a verdiği mülakatta söylediği gibi, "Rusya her zaman Türkiye’nin işinin zor olduğuna yönelik çok müspet beyanlarda da bulundu. Rusya Türkiye’yi bazen eleştirse ve Suriyeli silahlı grupların silahlarını Türkiye’den ya da Batılı ülkelerden aldığını söyleyerek eleştiride bulunsa da bizim hakkımızı da teslim ediyorlar idi. Ne zamanki Barış Pınarı Harekatı’nı yaptık, önce Trump’la anlaşarak sahaya girdik, ve sahaya girdiğimiz anda da ılımlı siyaset muhalefeti olarak da tanımlanan ÖSO’yu, Suriye Milli Ordusu adıyla sahaya çıkarttığımız anda ciddi bir kırılma noktası yaşadık. Hem Rusya hem İran açısından. Çünkü burası hem Rusya’nın hem İran kuşkusuz Türkiye’nin İdlib civarında mini bir Sünni devletçik arzusu olabileceğini tahmin ediyorlardı ama ılımlı Sünni milislerin millî bir orduya dönüşeceğine hiç ihtimal vermiyorlardı... Bu, oyunun bütün kurallarını değiştiren, Türkiye’nin Suriye’yle ilgili farklı bir ajandası olduğuna yönelik var olan kuşkuları güçlendirdi."
Bugüne dek pek kendisini göstermeyen diplomatik ve stratejik aklın bugünkü çok acılara yol açabilecek durumdan sonra daha fazla kullanılacağını ummaktan başka çare yok. Bir şekilde Astana "ortakları" ve rejimle İdlib’den sürülen insanların nerede toparlanacağı hakkında bir mutabakat aramak, Cihatçıları sivil halktan ayırmak gerekecektir. 5 Mart’ta yapılacak dörtlü zirvede Türkiye kendi durumunu elbette açıklayacaktır. Ancak görünen odur ki zirveden ancak Türkiye siyasetine gerçekçilik hakim olduğu ve eski hırslar törpülendiği taktirde bir sonuç çıkabilecektir.