Soli Özel

29 Mayıs 2024

Betül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim"

Yaklaşık bir yıl önce dünyadan göçüp giden Çek yazar Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı adlı yapıtının daha ilk sayfasında şu cümleyi kurar: "İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir". İnsanın iktidara karşı bu mücadelesi bir bakıma tarihin kimin tarafından yazılacağı mücadelesidir. Tarihi kimin yazıp kimin hikâyesinin kabullenildiğine bağlı olarak neyin hatırlanıp neyin unutulacağı da anlaşılabilir.

"Gezi"nin üzerinden 11 yıl geçti. O günlerden sonra doğanlarla o günlerde 4-13 yaş arasında olanlar bugün toplam nüfusun üçte birini oluşturuyor. Bu yaş grupları Gezi'nin ne olduğunu ancak olayların bitmesinden sekiz yıl sonra açılan bir dava bağlamında, o da eğer ilgilendilerse, öğrendiler. O öğrendiklerinin de Gezi'nin ne olduğu, o olayların yaşanmasına nelerin yol açtığıyla, hangi gelişmelerin sonucunda öyle bir noktaya gelindiğiyle ve nasıl bir toplumsal uzlaşma ruhunun o döneme hâkim olduğuyla pek alakası yoktu. Bu olay nedeniyle yıllar sonra yaşananları "örgütlemekle" suçlananlara yönelik hakkaniyet ve adil davranma kaygısının da olmadığı gibi.

Ülkenin, biri dışında tüm illerinde kâh kısa kâh uzun sürelerle yaşanan hareketlenmenin, toplumsal dinamizmin ve ülke tarihinin en/tek kendiliğinden gerçekleşmiş, baskıya itiraz anına topluca verilen isimdi "Gezi". Zira dalga dalga ülke sathına yayılan, bambaşka bir varoluşun ve toplumsal uyumun mümkün olabileceğini, şiddete yönelerek bu olayı rayından çıkarmak isteyenlerin, şiddetle olayları ve o varoluş pratiğini bastırmaya çalışanların tüm gayretlerine rağmen kanıtlayan bir hayat pratiğinin başladığı parkın adıydı Gezi.

Aslına bakarsanız da olayların o noktaya gelmesinde başlangıç vuruşunu yapan, bir "prestij" projesi olduğuna inandığı "Taksim Yayalaştırma Projesi"ni gündeme getirip, kuralları, kurumları bir kenara iterek ya da kentin sorumlularını baskılayarak bir an önce gerçekleştirmeye çalışan merkezi iktidardı. 

Türk Matematik Derneği eski başkanı ve Boğaziçi Üniversitesi Matematik bölümü öğretim üyesi Profesör Betül Tanbay, bir Taksimli olarak meydanı, parkı korumak için yapılanları anlatarak "hafızamızı" tazelemek istemiş. En sonda, "Gezi" başladıktan sonra Başbakan Erdoğan'ın çağrısıyla yapılan ilk toplantıyı anlatmış.

Herkes İçin Gezi başlıklı risale (Tanbay'ın bir de gene okunması gereken Herkes İçin Matematik başlıklı bir risalesi daha vardır) anlatısıyla, sunduğu belgelerle, unutturulmaya çalışılanları tekrar su yüzüne çıkarmasıyla ve çizdiği insan portreleriyle "Gezi"nin tarihine yapılmış önemli bir katkıdır.

Bunun ötesinde sekiz kişinin ağır cezalara çarptırılmasıyla sonuçlanan bir yargı parodisi hakkında neredeyse dava dilekçesi sayılabilir yazdıkları. Önsözünde derdini şu şekilde anlatıyor:

"'Gezi' dediğimiz hikâye her bir tanık tarafından değişik yorumlanabilir, değişik hatırlanabilir. 'Gezi' kimimiz için toplumsal olarak yaşadığımız en mutlu günlerdir, kimimiz için büyük bir korku ve endişedir. Kimi için onur, kimi için utançtır. Meselem Gezi'nin ne olup ne olmadığını anlatmak değil. Meselem tarihi değiştirmek isteyenler de değil… Meselem haksızlık. Meselem kötülük. Meselem bile bile yapılan haksızlık, bile bile yapılan kötülük. Hiçbir akıl, hiçbir mantık, hiçbir inanç ya da hiçbir hukuk, suçsuz insanların bile bile hapis tutulmasına sebep olamaz."

Biraz da bu nedenle, kendisi de kısa süreyle göz altına alınan Tanbay, "Can'a, Çiğdem'e, Mine'ye, Tayfun'a ve tabii Osman'a" ... ithaf ettiği risalesinde anlattıklarını/anımsattıklarını ömrünün neredeyse onda birine yakın bir süreyi haksız yere, delilsiz iddianamelerle ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin amir hükümlerine rağmen zindanda geçiren Osman Kavala'ya mektup şeklinde yazmış.

Gezi Parkı'nda kurulan çadırlardan

Taksim sadece Taksim Meydanı, Gezi de alelade bir park değildir

27 Mayıs 2013'e gelmeden önce yaşananlar anlaşılmadan "Gezi" anlaşılamaz. Tanbay'a göre, "İyilik ve saflık kelimelerinin unutulduğu bir ortamda hikâyenin saflığını anlatmak gerek. Saf bir hikâyenin menfaatler için nasıl karanlık bir yola sürüklenebildiğini yeni nesiller de bilmeli." Taksim'de oturan, çalışan, dükkânı olan, oraya eğlenmeye, yemek yemeye, arkadaşlarıyla buluşmaya giden İstanbulluları hiçe sayarak tepeden inme ve "Başkanım, büyüklerimiz tünel istiyor" ötesinde sağlam gerekçesi bulunamayan bir projeye karşı "mahalle"de şekillenen itirazın vardığı yerdir bir bakıma "Gezi".

Taksim'i korumak için uğraşan tüm unsurların ortak derdi de tektir aslında: "Tüneller yapılmamalıydı, Gezi Parkı park olarak kalmalıydı." Bu mesajı vermek için kendisinden randevu istenen Belediye Başkanı merhum Kadir Topbaş ise nihayet kendisine ulaşılabildiğinde, "Önce güler yüzle karşıladı ama 'Taksim' kelimesini duyar duymaz nevri döndü. Cevabı kısa idi: 'Başbakan istiyor, yapılacak'. Eh, ben de durmadım tabii, ertesi gün o sıralar bizlerle sık sık söyleşi yapan gazetecilerden birine bir gece evvel şehrimizin bir belediye başkanı olmadığını öğrendiğimi ifade ettim." Tanbay "şehrine sahip çıkmadığını" söylediği Başkanla ikinci kez buluştuğunda ise şu gözlemi yapıyor: "Kadir Bey son derece nazikti, güzel bir salata ikram etti ve Taksim konusunda aslında oldukça sıkkın olduğunu gördüm. Sıkkın ve aciz olmaya karar vermişti."

Taksim Platformu bu kenti yönetmek, dokusunu korumak sorumluluğunu taşıyanların görevlerini yapmayacaklarının anlaşılması üzerine 2011 yılında başlamış bir vatandaş inisiyatifiydi, Kavala da platformun kurucusu falan değildi. Tepeden inme, tünelci dehşet projesine itiraz edenlerden, "şehrini sevenlerden oluşuyordu, ortada hiçbir şekilde devleti, rejimi, hükümeti hedef alıp tehdit eden bir yaklaşımın zerresi yoktu!". Büyük bir enerjiyle sürdürülen çalışmalar meyve vermeye de başlamıştı. Kamuoyu duyarlılığı artıyor, medya ilgi gösteriyor, yargıdan kanunlara uygun, iktidar aleyhine bugünden geriye dönüp bakıldığında hayli cesur kararlar çıkıyordu. Taksim Platformu üç koldan ilerliyordu: "1) Hukuk: Hukuksuz işlemlere davalar açılmıştı 2. İletişim: Konu ile ilgili tüm muhataplar ile görüşülmeye çalışılsa da, ne mahalle bazında, ne ilçe bazında ne de il bazında yetkili muhatap bulunmadığı anlaşılmıştı. 3. Kamu: Farkındalık yaratma konusunda ciddi bir başarıya ulaşılmıştı." 

İşte böyle bir ortamda Kalyon İnşaat 27 Mayıs günü buldozerlerini parka soktu. Gezi olaylarının niteliği hakkında müthiş senaryolar yazanların, ya da yargıcın aklına hiçbir zaman Koruma Kurulu izni alınmamış olduğu halde dozerlerini parka saldırtan Kanyon İnşaat'ı sorgulamak gelmemişti. "Kalyon İnşaat ruhsatsız ve hukuksuz bir biçimde Gezi Parkı'na tecavüz etmişti. 'Gezi olayları nasıl başladı?' sorusunu sormaya gerek görmemişti anlaşılan 'Taksim Platformu'nu siz mi kurdunuz?' diye soran hakimler! Kimse başlangıcın bir tecavüz olduğunu açığa vurmak istememişti! Kimsenin Asker Ocağı caddesindeki yaya köprüsünü bir gecede kim nasıl yıktı sorusunu sormadığı gibi. Kimse ruhsatsız bir şekilde kamu parkına girip duvar yıkan, ağaç söken insanlar, şirketler hakkında bilgi toplamaya, soruşturma yapmaya gerek görmemişti."

Ertesi günden itibaren Park gençlerle dolmaya başlamış, bir yaşam alanını korumak isteyenler hareketlenmiş, polisin şiddeti ise kalabalıkların sel gibi Park'a akmasına, orada dünyanın başka yerlerinde de örnekleri görüldüğü gibi yepyeni, yaklaşımı kucaklayıcı, kültür ve kimlik kutuplaşmalarını reddeden bir yaşam alanının yaratılmasına yol açmıştı.

Taksim Platformu olaylar başladıktan sonra hiç toplanmamıştı ancak Tanbay'a 11 Haziran 2013 günü bir telefon gelir: "Çok kibar bir bey, kendini tanıttı: Lütfullah Göktaş. Başbakanlıkta basın danışmanı olduğunu söyledi yanlış hatırlamıyorsam, başbakana Gezi hakkında bilgi vermek için davet ediyordu… Görüşmenin / konuşmanın en net hatırladığım kısmı, 'ne için?' soruma 'Başbakanımıza Gezi olaylarının nasıl bu boyuta geldiğini anlatmanız için' demesi üzerine 'Gezi olaylarını bu boyuta getiren bizzat Başbakan'ın kendisidir' dediğimde verilen cevaptı: 'Biz de tam bunu söylemeniz için gelmenizi rica ediyoruz." Ertesi gün Başbakan Erdoğan ile "samimi bir toplantıda" buluşmak üzere mutabık kalırlar. Ancak toplantıya gelindiğinde ögrenilir ki samimi toplantıda bazı bakanlar da bulunacaktır.

Hikâyenin bundan sonrası hem "Gezi"nin ruhunu yansıtması bakımından, hem de daha sonra yaşananların merceğinden baktığımızda ülke için ne kadar önemli bir uzlaşma, yeni bir toplumsal mutabakat fırsatının kaçırıldığını görmek açısından öğretici ve hüzün vericidir:

"Sabah uyandığımda polisin gece dört kere parka girdiğini ve insanları gazladığını duyunca (Ankara'ya) gitmekten vazgeçiyordum. Sabah sabah parka gitmeye karar verdim. Hiç yoksa yüz çadır dolaştım. Gençler haliyle beni tanımıyorlardı, her birine 'bugün Başbakan benim de dahil olduğum bir ekibi görecek, sizce gideyim mi?' diye sordum. Gazdan ve uykusuzluktan perişan gençlerden tek biri bile itiraz etmedi: 'konuşmak her zaman faydalıdır' dediler. … Kısacası yüzlerce kişiden tek biri itiraz etmedi. Hemen hepsi diyalog taraftarı idi. Geçirdikleri gece, gördükleri şiddet ardından bu kadar yapıcı olmalarına hayranlık duydum, onlardan güç aldım."

Heyetin Erdoğan'la görüşmesinden (12 Haziran 2013)

İstanbul'dan giden ve birbirini pek tanımayan 11 kişi ve 14 kişilik resmi heyet Başbakan'ın el yazısıyla not aldığı bu toplantıda 4,5 saat konuları tartışırlar. Çoğunlukla Ankaralılar soruları sorar, İstanbullular cevaplarlar. Tanbay, önceden hazırlayıp katılımcılara dağıttığı metninde şunları söyler:

"Gezi Parkı sadece 38.000 metrekarelik bir kamusal alan olmaktan çıktı, bir birleşme noktası haline geldi. Bu nokta, denge noktası da olabilir, kırılma noktası da. Rakamlar seçim sandığında lehinize olduğuna göre, denge noktası haline getirmek de sizin mesuliyet ve gücünüzdedir. Güç ilişkisinde ihtiyaç olan güçlüyü güçlendirmek değil, sesi daha az çıkabileni duymak, dinlemektir.

Hayatımı gençlerle geçirdim. Onlara matematik anlatırken, onlardan da hayatı öğrenmeye çalıştım. Bugün parkta özgürlük talep eden gençleri duymak, geri adım atmak değil, tersine ileri bir adım atmak, tarihi yeniden yazmaktır.

Hem muhaliflerinizi, hem çevrenizi şaşırtmanız mümkün.. Gezi Parkı artık kendi meselesinin çok ötesine getirildiği için, bir cümle de söylediğinin çok ötesine gidebilir. Bir cümleyle, evrensel demokratlık ölçülerine göre hareket edeceğinizi, sizin gibi düşünmeyenlerin de Başbakanı olduğunuzu, seçtiğiniz yaşam üslubu ile değişik yaşam üsluplarının birlikte yaşayabileceğine inandığınızı ve hatta başlatmış olduğunuz barış sürecinin baltalanmayacağını ifade edebilirsiniz.

Gezi Parkı'nı tek bir ağacına dahi dokunmadan hep birlikte dünyanın en güzel parklarından biri haline getireceğiz."

Başbakan Erdoğan herkesi dinledikten sonra "sizleri anlıyorum, benim de çocuklarım, torunlarım var" der. Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik masadakilerden Park'ın boşaltılmasını sağlamalarını ister ve ardından referanduma gidilebileceğini söyler. Tabii o masada İstanbul'dan gelenlerin herhangi bir temsil yetkisi yoktur. Tanbay bunu hatırlatır. Toplantı biter.

"Gezi"nin nasıl bittiği, ardından yaşananlar malum. Olaylar bittikten 8 yıl sonra açılan davada ne kararlar çıktığı, başta Osman Kavala'nınki olmak üzere ağır ve haksız mahkumiyetler verildiğini biliyoruz. Tüm bunları düşünürken Tanbay şu değerlendirmeleri yaparak risalesine son veriyor:

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim."

Matematik problemlerinde global ile lokal arasında gidip gelinir devamlı. Bazen global çözüm lokali çözer, bazen de lokal bir çözüm globale gider. Genel ile yerel konular için de belki geçerlidir bu git gel. Osman, sana birkaç aydır yazdığım bu mektubu bitirirken Türkiye'de önemli bir değişim oldu. Yerel seçimler sadece yerelde verilen hizmet üzerinden değerlendirilmekle kalmadı, genelde herkesin ders çıkarması gereken bir sonuçla bitti… Matematik'te doğru sorular doğru çözümleri getirir. Hukukta da öyle olmalı! 'Gezi Parkı'na o buldozer o gece nasıl girdi?" sorusuydu belki de sorulması gereken. Çünkü Taksim Hepimizin, çünkü İstanbul hepimizin, çünkü Türkiye hepimizin."

Tanbay'ın tanıklıkları ve sorduğu sorular hafızanın unutmaya, insanın iktidara karşı mücadelesinin önemli bir parçası. "Gezi"yi hatırlamak, doğruları bilmek ve olanları öyle hatırlamak, çıkarılması gereken dersleri iyi anlamak yeni bir geleceğin kurulmasında da, haksız yere mahkum edilenlerin özgürlüklerine kavuşmasında da asli dayanak noktasıdır. Tanbay'ın yazdıklarının kıymeti de bu çabaya sağladığı hakikati yansıtan zeminden geliyor zaten.


Not: "Herkes için Gezi" isimli risaleye ulaşmak için herkesicingezi@gmail.com adresine isim telefon ve posta adresinizi yollayabilirsiniz, yanında "Herkes için Matematik" risalesini de istiyorsanız belirtin.