Soli Özel

10 Kasım 2019

Almanya’nın yeni duvarı

1989’da Duvar yıkıldığında aslında ortada ikisi de Almanlardan oluşan ancak farklı iki toplum, iki zihniyet ve iki yapı vardı

9 Kasım tarihi Almanya’nın 20. Yüzyıldaki tarihine iki kez damgasını vurdu. Duvar’ın yıkılmasından 51 yıl önce, Hitler’in propaganda bakanı Göbels’in düzenlediği hayli örgütlü saldırılarda Almanya ve Avusturya’daki Yahudi işyerlerine, Sinagoglara , mezarlıklara, hastanelere, okullara, evlere saldırıldı. Buralar talan edildi. Yüzlerce insan öldürüldü. Bu geceye, kırılan dükkân vitrinlerinin camları nedeniyle Kristallnacht (kırık cam gecesi) dendi.

Doğu Almanya ile Batı Almanya’yı ayıran en temel konulardan birisi de Kristallnacht, daha doğrusu iki devletin o gece ve genelde Nazi dönemi hakkındaki tutumları sayılabilir aslında. Batı Almanya, özellikle Raul Hilberg’in 1961’de çıkan ve Yahudi soykırımı Holokost çalışmalarının başlangıç eseri sayılan muhteşem kitabı Avrupa Yahudilerinin Yok Edilişi’nin yarattığı havayla yakın geçmişiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Nazi döneminde şu ya da bu şekilde sessiz kalan, talana katılan, sonuna kadar destekçilik yapan, katliamlara karışanlar bu yüzleşmenin de sonucu olarak kendi çocuklarının sorgulamalarıyla karşılaştılar. Sessizlik duvarı yıkıldı.



Benzer bir durum Nazi yönetiminden Komünist yönetime geçen Doğu’da hiç yaşanmadı. Kendi yaşam öyküsü üzerinden Savaş sonrası Almanya’sının siyasal/psikolojik dönüşümünü anlatan Constanze Stelzenmüler’in, Brookings Institute için yazdığı makaledeki gibi “mucizevi şekilde savaşta ölmeyen Nazilerin hepsi bölünmüş ülkenin Batı’sında kaldı.” Bu durumda Nazizm’e direnenlerin tümünün de Doğu’da olması gerekiyordu. Sovyetler Birliği’nin Nazilerin yenilmesindeki muazzam payı da göz önünde bulundurulduğunda kahramanlık Komünist kamptaydı. Tarihin bu okunuşunda Sovyetlerin dışişleri bakanı Molotov ile Nazilerin dışişleri bakanı Ribbentrop’un Polonya’yı paylaşmak üzere 1939’da imzaladıkları anlaşmanın tabii ki pek yeri ya da anlaşılır bir açıklaması yoktu.

Doğu Alman toplumu hala tüm etkilerinden sıyrılamadığı kitlesel bir hafıza kaybına zorlandı. Bu konudaki sessizlik Sovyetler Birliği’nde olup bitenler hakkında da sessiz kalınmasına yol açtı. Bu sessizlik paktının sayısal sonucu, kendisi de Doğu Alman gizli servisi Stasi’nin üst düzey bir yetkilisinin kızı olan bir dönemin ünlü Doğu Alman atleti Ines Geipel’e göre şöyleydi: “300 bin siyasi tutuklu. Kaçmaya çalıştığı için hapse atılan 75 bin kişi. Duvar’dan atlamak isterken öldürülen yüzlerce vatandaş. 1945’ten 1990’a kadar Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçan 4,6 milyon kişi. Zoraki tarım kolektivizasyonuna maruz bırakılan 2 milyon, içişleri bakanlığının özel kamplarından kurtulmayı becerebilen 120 bin, Sovyetler Birliği’ne gönderilen binlerce insan ve yetimhanelerde büyüyen yaklaşık yarım milyon çocuk.”

1989’da Duvar yıkıldığında aslında ortada ikisi de Almanlardan oluşan ancak farklı iki toplum, iki zihniyet ve iki yapı vardı. Birleşme, bu farklılığı yok sayarak ve daha müreffeh, demokratik ve meşru olan Batı’nın tanımladığı şekilde gerçekleşti. Liberal demokrasinin ve kapitalizmin Leninist otoriterliğe karşı zaferinin simgesi olarak görülen Duvar’ın yıkılmasının ardından belki de başka türlü bir gelişme beklemek doğru değildi.

Bundan üç yıl önce Doğu Almanya’daki barışçıl başkaldırının/devrimin merkezindeki Leipzig’te dinlediğim Saksonya eyaleti entegrasyon Bakanı’nın söyledikleri aslında sorunun ne olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Genç Bakan’a göre Doğu Almanlar birleşmeyi bir “entegrasyon” süreci olarak değil, bir “kolonizasyon (sömürgeleştirme)” süreci olarak yaşamışlardı. Kullanılan kelimenin ağırlığı, Doğu Almanlar açısından en rahatsız edici meselenin de ne olduğunu anlatıyordu aslında.
1989’da Doğu Almanya’nın muhalif kesiminden etkili isimler ülkelerinin muhafaza edilmesi gerektiğini, birleşmenin yanlış olacağını neredeyse haykırmışlardı. O günün duygusal coşkusu içinde seslerini duyuramadılar. Geçen 30 yıl aslında onları bir ölçüde haklı çıkardı. Farklı bir Doğu Almanya yaratma yerine birleşme seçilince fiilen Batı’nın Doğu’yu ilhak ettiği bir gerçeklik ortaya çıktı. Nazi geçmişiyle hesaplaşmanın bir sonucu olarak her türlü milliyetçi söylemden, hareketten kaçınan Batı Almanya, Doğu’dakilerde milliyetçi damarın ne kadar güçlü olduğunu değerlendiremedi. Birleşme bağlamında yapılanlar bu milliyetçi damardaki hassasiyetleri fazlasıyla zorladı.



Birleşme ya da ilhak sonucu Doğu Almanya’nın toplumsal ve siyasal kurumları lağvedildi. Üniversitelerdeki akademisyenlerin pozisyonları iptal edilip yerlerine Batı’dan gelenler ders vermeye başladı. Doğu Alman rejiminin baskıcı kurumları devre dışı bırakılıp, gizli servis Stasi’nin dosyaları açılırken (ve bu vesileyle nüfusun beşte birinin bir şekilde muhbirlik yaptığı, bazen eşlerin birbirileriyle ilgili dosya tutmak zorunda bırakıldığı ortaya çıkarılırken) Doğu Alman sisteminin olumlu yanları da bir köşeye atıldı. Kadınların işgücüne daha rahat katılmasını sağlayan kurumsal işleyiş, iyi işleyen sosyal güvenlik sistemi Batıdan dayatılanla değiştirildi.

Bu yıl, Leipzig’e birlikte gittiğim grupla ziyaret ettiğimiz Almanya’nın Baltık denizi kıyısında, Polonya sınırındaki en fakir eyaleti Mecklenburg-Vorpommern’de ziyaret ettiğimiz örnek sosyalist köyün kurucu ekibinden yaşlı bir sosyalistin anlattıkları da bu gözlemleri doğrular nitelikteydi. Kendi hikayelerinin birleşme sırasında ve ardından hiç dikkate alınmadığından şikayetçiydiler. Thüringen eyaletinde son yapılan seçimlerde toplamda yüzde 55’e yakın oyla Alman sistemini sarsan die Linke (yüzde 31) ve ırkçı AfD (yüzde 23,4) temsilcileriyle yaptığımız konuşmalarda da farklı dille anlatılsa da aynı şikayetleri dinledik. Bu tanıklıkların bende bıraktığı izlenim her iki partinin de Almanya partisi olmaktan çok Doğu Almanya partisi oldukları yönündeydi. Batı Almanya siyasetinde sisteme yönelik itiraz daha çok Yeşillerin güçlenmesine yol açarken Doğu’da her ikisi de bu bölgeden neşet etmiş iki parti öne çıkıyordu.

Mecklenburg-Vorpommern ziyareti aslında bir haksızlığın da söz konusu olduğunu insana düşündürüyordu. Batı Almanya birleşme ya da “ilhak” için Doğu’ya yaklaşık 2 trilyon avro yatırım yaptı. Eyaletin başlıca iki kenti Schwerin ve 1992’de Vietnamlılara yönelik korkunç bir ırkçı saldırının gerçekleştiği Rostock yeniden yaratılmış gibiydiler. Yollar düzgün, altyapı Batı’dan daha moderndi. Diğer Doğu eyaletlerinde olduğu gibi burada da işsizlik iyice düşmüş, ekonomik büyüme yakalanmıştı. Ne var ki maddi imkanlar, nüfusunun en iyi yetişmiş yaklaşık yüzde 15’ini Batı’ya kaptırmış olan Doğu eyaletlerinde kendilerini eşit hissetmek için yeterli sayılmıyordu. Hemen hiç göçmeni olmayan bu eyaletlerde büyüyen ırkçı hareket birleşik Almanya’nın nüfusu içinde göçmen kökenlilerin yüzde 25’i bulduğunun, onlar olmadan ülkede işlerin yürüyemeyeceğinin ya farkında değillerdi ya da bunu kabullenmek istemiyorlardı. Üstelik Almanya’nın geleceğinde göçmenlerin çok daha kalıcı ve etkili bir rol oynayacakları neredeyse mukadderdi. Doğurganlık oranları çok düşük seviyelerde seyreden Almanya’nın tümünde nüfus hızla yaşlanıyor ve göçmenlerin ya da göçmen kökenlilerin oranları ister istemez artıyordu.

Die Linke ve özellikle AfD temsilcileriyle yaptığımız konuşmaların en ilginç boyutlarından birisi her iki partinin de dışa dönük ya da yayılmacı bir dış politikadan yana olmamasıydı. 19. Yüzyıldaki ilk birleşmesinden bu yana Avrupa açısından bir sorun olan Almanya gerek `İkinci Dünya savaşından çıkardığı dersler gerekse hem NATO hem AB üyeliği nedeniyle artık bir jeopolitik tehdit oluşturmuyor. Ne var ki ekonomisiyle kıtanın geleceğine hükmediyor, kaderini tayin ediyor. 2008 krizinden itibaren Almanya’ya yöneltilen en büyük eleştiri de dayattığı ekonomi politikalarının AB’nin tümünü gözetmeyen, yalnızca kendi çıkarlarına hizmet eden türden olması. Bunun önemli sebeplerinden birisi de Almanya’nın bir Avrupa vizyonuna sahip olmaması ya da böyle bir iddiayla ortaya çıkmaktan kaçınması.



Berlin’in bu çekingenliği ABD’nin giderek kendi içine döndüğü ya da Asya’yı ön plana çıkardığı bir dış politika modeline yöneldiği, Çin’in güçlendiği ve küresel bir iddiayı devreye soktuğu, zayıf olmasına rağmen Rusya’nın coğrafi ve askeri ağırlığıyla jeopolitik oyunda merkezde yer alabildiği bir dönemde Avrupa’yı önemsizleştiren bir durum yaratıyor. Almanya kendi tarihinin karanlık sayfalarından korktuğu için bu pasifizmi bir sanat haline getirmiş olabilir. O tarih gerçekten de geleceğe yönelik riskler barındırıyor da olabilir.

Ne var ki, Almanya bir büyük güç gibi davranmadıkça Avrupa’nın ve buna bağlı olarak AB’de vücut bulan özgürlükçü, hukukun üstünlüğüne dayalı siyaset anlayışının geleceği yükselen otoriterliğin tehdidi altında kalacaktır.