Geriye dönüp baktığımızda 2010 yılı Türkiye’de siyasetin akışı ve dış politika açısından dönüm noktası olarak kabul edilecek gelişmelerle doluydu. O yılın Mayıs ayında önce Brezilya, İran ve Türkiye İran’ın nükleer programı nedeniyle yaşanan krizi çözmek umuduyla on maddelik bir anlaşma üzerinde mutabık kalmışlardı. Anlaşmanın beşinci maddesine göre İran elindeki 1200 kilogram zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye gönderecekti. Diğer maddelerin İran üzerinde ne ölçüde sıkı bir denetim kuracağıyla ilgili tartışmalar ve sorunun hayli karmaşık teknik detaylarının anlaşmada yeterince işlenmediğine dair itirazlar bir yana 5. Madde bizzat Amerikan başkanının bir talebini karşılıyordu.
Brezilyalıların sonradan medyaya sızdırdıkları, muhtemelen bir eşi Türkiye Başbakanı'na veya Cumhurbaşkanı'na gönderilmiş olan bir mektupta Amerikan Başkanı Obama kendileri açısından “İran’ın 1200 kilogram düşük zenginleştirilmiş uranyumu (DZU) ülke dışına göndermeyi kabul etmesi güven artırıcı bir adım olacak ve İran’ın DZU stokunu ciddi şekilde düşürmesi bölgesel gerginliklerin azalmasına yol açacaktır” diye yazmıştı. Sonuçta bu mutabakatın yerine Hillary Clinton’un ağır yaptırımları gündeme getiren planı devreye girmiş, Haziran ayında BM Güvenlik Konseyi’nde bu konuda yapılan oylamada, Obama’nın Başbakan Erdoğan’dan “çekimser kalın lütfen” ricasına rağmen BMGK geçici üyesi Türkiye, Brezilya ile birlikte ret oyu kullanmıştı.
O ayın sonunda, tam hikâyesi hâlâ yazılmayı bekleyen şekilde Gazze’ye yönelik İsrail karantinasını kırmak üzere yola çıkan bir konvoyun başındaki Mavi Marmara gemisine İsrail komandoları kendi karasularının dışında saldırmış, direniş üzerine ateş açmış ve biri daha sonra olmak üzere 10 Türk’ü öldürmüştü. ABD devreye girerek İsrail’in terörist diye suçladığı Mavi Marmara yolcularının kısa sürede Türkiye’ye gönderilmesini sağlamış, BMGK’da ise İsrail’i kollamıştı. Daha önce 2008-2009 Gazze savaşında İsrail’e karşı Ankara’nın çok sert tavır alması, Davos’ta “one minute” hışmıyla konferansın terkedilmesi, İran’a çok yakınlaşılmasının ardından gelen bu kriz klasik “Türkiye Batı’dan kopuyor mu?” sorusunu tekrar gündeme getirmişti.
O yılın Haziran ayında yapılan G-20 zirvesinde Başkan Obama ile Başbakan Erdoğan arasında “samimi” bir görüşme yapılmıştı. Bunun neticesinde Kasım’daki NATO zirvesinde Türkiye aslında İran’ı hedefleyen “füze kalkanı” projesine yönelik itirazını kaldırmış, dokuz ay sonra da şimdilerde olası bir Amerikan yaptırım paketine karşı, kapatılması tehdidiyle gündeme gelen Kürecik’teki santralin kurulmasına yeşil ışık yakmıştı. O yılın sonunda ise 17 Aralık günü Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla “Arap isyanları” dalgası başlayacaktı.
Orta Doğu’yu herkesten iyi bildiğini, anladığını söyleyen ve oradaki gelişmeleri öngörme/yönetme iddiası taşıyan dönemin Dışişleri Bakanı 3 Ocak günü büyükelçiler toplantısında yaptığı uzun konuşmasında ne bu olaya atıfta bulunacak ne de tam 11 gün sonra Tunus diktatörünün düşüşünü ya da 22 gün sonra Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda patlayacak müthiş halk hareketini öngörebilecekti. Arap isyanlarının patlamasıyla birlikte son bir-iki yılda irtifa kaybetmeye başlamış olan Türkiye’nin uluslararası prestiji tekrar yükselecek, “Türkiye modeli” dillere pelesenk edilecek, dünyanın Türk dış politikasından beklentileri özellikle Suriye’de iç savaşın patlamasıyla artacak, Ankara’nın kararları ve yaptıkları büyük dikkatle izlenecekti.
Türkiye dış politikası açısından ise Arap isyanları yıllardır bastırılmış gençlik hayallerini fışkırtacak, İslamcı hareketin neredeyse bir asırdır beklediği fırsat olarak değerlendirilerek içerideki gelişmelerin de etkisiyle yayılmacı veya hegemonik boyutları zor gizlenen bir heyecanla gündeme Yeni Osmanlıcılık söyleminin ve hedefinin yerleşmesine yol açacaktı. İşin ilginç boyutu Nagehan Tokdoğan’ın çok kıymetli "Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm" kitabında anlattığı gibi bilinci yaralı toplumun İslamcı olmayan kesimleri de derin bir ihtirasla bu hezeyana kendilerini kaptıracaklardı.
Arap isyanlarının Türkiye’nin Ortadoğu önderliği hevesini körükleyerek ruhlarda kopardığı bu heyecan fırtınası dış politikada ideolojik boyutun rasyonel boyutu giderek ezmesine yol açarken, içeride de ülkenin sistemini hatta rejimini değiştirmeye yönelik gelişmelerin en önemlilerinden birisi gerçekleşiyordu. Tarihin bir cilvesiyle 12 Eylül darbesinin otuzuncu yılında yapılan ve Meclis’ten usulsüzce geçirilmiş, Anayasa’daki 26 maddenin değiştirilmesiyle ilgili paket referandumda ezici bir çoğunlukla kabul ediliyor, yargının yürütmenin uzantısı haline gelmesinin yolu açılıyordu.
Arap isyanlarının yaygınlaştığı 2011 yılında yapılan genel seçimlerde ise iktidar partisi oyların yüzde 49,9’unu alıyor ve o güne dek ittifak yaptığı İslamcı gelenek dışındaki siyasi çevrelerle ya da akımlarla ortaklığını bozuyor, kendi özlediği düzeni kurma arzusunu artık rahatlıkla dile getirebiliyordu. Bir bakıma iktidar partisi ve temsil ettiği siyasi akım Ortadoğu’da Britanya-Fransa tasavvuru düzeni, içeride ise 200 yıllık Batılılaşma ve özellikle yaklaşık 100 yıllık Batıcı Cumhuriyet düzenini değiştirme gücüne sahip olduğuna inanmanın sarhoşluğunu yaşıyordu. O dönemde Türkiye’nin dünyada dostu çoktu, ekonomisi büyüyordu ve siyasi iktidarın sandıktaki egemenliğinin de yansıttığı gibi hiçbir meşruiyet sorunu yoktu.
2010’lu yılların başlangıcındaki bu olumlu tablodan 2020’li yıllara başlarken pek bir eser kalmadı. İçeride, iktidar bloku içinde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın İstanbul’a ifade vermeye çağırmasıyla iyice açığa çıkan hâkimiyet krizi 17-25 Aralık tutuklamaları ve sızdırılan tapeler sonucu iyice derinleşti. İktidar partisinin kanatları altında, onun teşvik ve desteğiyle devlet kurumları içinde güç kazanan ve bunların pek çoğunu kontrol edecek güce ulaşan o zamanlar “paralel devlet” sonradan FETÖ’cü adı verilecek unsurların temizlenmesi için yapılanlar, giderek daha vahim hale gelecek bir kurumsuzlaşma krizini de başlatacaktı. Bu iktidar mücadelesinin ucu 15 Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsüne kadar dayanacak, başarısız girişimin ardından rejimin daha köklü bir dönüşümü için koşullar oluşacak, otoriterleşme, hukuksuzlaşma ve kurumsuzlaşma hızlanacaktı.
2013’teki Gezi olaylarını iktidarın bir kanadı “karşıdevrim” diye nitelendirecek, toplumun zaptedilemeyen/baş eğmeyen kesimlerine yönelik kesif bir saldırı hem fiziki hem de ideolojik olarak başlayacaktı. Toplumsal barış açısından büyük önem taşıyan Kürt açılımı HDP’nin Meclis’e barajı aşan ve bu sayede sistem içinde meşrulaşan bir parti olarak girmeyi başardığı 2015’te biraz da bu nedenle sona erecek ve ülke, dozu sürekli artan güvenlik ve beka söylemi ile ağır bir kutuplaşmaya mahkûm edilecekti. Seçim sonuçlarının iktidardakilerce kabul edilmesi geleneği 7 Haziran genel seçimlerinin ardından ülkenin bir yeni seçime sürüklenmesiyle bozulacak, 2017’deki Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme referandumunda gerek kampanyanın adaletsizliği gerekse sayımdaki usulsüzlükler 1950’den beri yerleşmiş adil ve serbest seçim geleneğinin tabutuna da birkaç çivi çakacak, iktidar açısından hatırı sayılır bir meşruiyet krizini de tetikleyecekti. 2018 seçiminin sonuçları ve muhalefet adayının ve partisinin açıklanması güç basiretsizliği ülkenin “rekabetçi otoriterlik” kalıbına hapsedildiği inancını kökleştirecek, travmayı perçinleyecek, her türlü baskı ve hukuksuzluktan bunalmış toplumsal muhalefetin kanatları iyice kırılacaktı. Ama iradesi de tümden yok olmayacaktı.
Yeni on yıla girmenin eşiğinde ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasi fotoğrafı hiç de iç açıcı bir görüntü yansıtmıyor. İçeride hukukun çökmesi, ekonomide illüzyonizmle kat edilecek pek bir mesafe kalmaması, dış politikada çöken prestij, hazin yalnızlık ve Rusya’ya artan bağımlılık yakın dönemdeki zorlukları gösteriyor. Lakin, yerel seçimlerdeki şiddetli siyasal deprem, yeni partiler, Kanal İstanbul hareketlenmesi, sözü tükenen, inandırıcılığı sıfırlanmış bir iktidar ve bunların ürettiği yeni enerji de 2019’un 2020’lere bıraktığı mirasın parçası.
2020’lerin serencamını da zaten, sürdürülemeyecek olanın baskısıyla, yeni şekillenen toplumsal enerji arasındaki çatışma belirleyecek.