Gerçeküstü resim sanatının önemli isimlerinden olan Rene Magritte, çalışmalarında genellikle bilinen nesnelere farklı açılardan yaklaşarak onlara yeni anlamlar kazandırmaya çalışmış ve bu farklı bakış açıları dahlinde felsefi sorular geliştirmeyi amaçlamıştır. "İmgelerin İhaneti" adlı çalışmasında, nesnelerin insan zihni üzerinde yarattığı etkiyi sorgulamış, dil ile vurgulanan şeyin maddenin gerçekliğine ne kadar tekabül ettiği sorunsalını irdelemeyi hedeflemiştir.
Michel Foucault, Bu Bir Pipo Değildir adlı eserinde, Magritte’in ünlü tablosunu ele almış ve imge ile söz arasındaki paradoksu, sorduğu çeşitli sorular etrafında incelemiştir. Magritte’in tablosunda bilindiği gibi bir pipo görseli vardır ve bu görselin altında "Bu bir pipo değildir" yazmaktadır. Sanatçının yarattığı bu paradoks ile neyi amaçladığı Foucault tarafından etraflıca tartışılmış ve hacminden çok öte "ağır" bir kitap ortaya çıkmıştır.
Akla ilk gelen ve en çok telaffuz edilen çıkarım; bunun bir pipo olmadığı, yalnızca pipoyu temsil eden bir görsel olduğudur. Bu çıkarımın odaklandığı nokta ise; bu resmin pipo ile aynı maddeden yapılmadığı ve dolayısıyla da aynı öze sahip olamayacağıdır. Gerçekten de öyledir. Bu bir pipo değildir! Bu görseli, içine tütün ilave ederek içemeyiz. Magritte esasen, sanat kurumunun gerçeklik savaşını hedef almıştı. Ona göre bir eser ne kadar mücadele etse de, gerçekliğe hiçbir zaman yaklaşamayacaktı.
Bu çıkarımın ve sonucunda ortaya koyduğu tezin dışında, özellikle sosyal bilimcilerin, araştırmacıların, sanat eleştirmenlerinin dikkat etmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Magritte bir pipo görseli çizmiş ve altına "Bu bir pipo değildir" yazmıştı. Peki, hayatı boyunca pipo görmemiş ve onun ne olduğuna dair en küçük bir fikri dahi olmayan biri için bu sanatsallık ne ifade eder? Bu bir pipo değildir evet, çünkü zihinde hâlihazırda bir pipo imgesi yoktur. Resmin bir pipoyu imgelemesi yahut yadsıması, onu yaratan medeniyetin sorunudur aslında. Sosyal bilimcilerin bu sorunsaldan çıkaracakları husus ise; olaylara yaklaşırken sadece bir kültürün gözünden bakmanın yetersiz ve bazen anlamsız olacağıdır. Hayatları boyunca pipo görmemiş bir kültüre, bu paradoksal tartışmayı yaşatmak elbette son derece anlamsız olacaktır. Daha teknik bir ifade ile söylemek gerekirse, araştırma ne olursa olsun etnosantrizm tuzağına düşmemek gerekir.
İmgelerin ihaneti anlatısına, imgelerin değişimi ve yeni imge yaratma eylemi olarak değerlendirilen bir örnekle devam etmek faydalı olacaktır. Kadınların oy kullanma hakkı için mücadele eden Mary Richardson, 1914 yılında elinde küçük bir balta ile Londra Ulusal Müzesi’ne girdiğinde böyle bir eylem gerçekleştirmişti. Baltayı Diego Velazquez’in (1599-1660) "Aynadaki Venüs" tablosuna fırlatmıştır. Bu tablo bilindiği gibi aynaya bakan çıplak bir kadın tablosudur. Mary Richardson, kadın bedeninin bir tüketim malzemesi gibi sunulmasına tepki göstermiştir. Baltanın tablonun neresine geldiğinin bir önemi yok zira kurumsal iktidar ile kadınlığın sunumunun kesiştiği noktayı hedeflemiştir. Mary Richardson bir sanat eserine saldırıda bulunmuş fakat onu yok etmemiştir. Hayatın akışı içerisinde ona yaşanmış bir anlam kazandırmış ve yeni bir sanat eseri meydana getirmiştir. Aslında sanat eserine bakan tüm alıcıların yaptığı şey özetle budur diyebiliriz. Mary Richardson’un bu anlamlı eylemi sonrasında gazeteler kendisini bir katille eşdeğer görmüş, yaptığının bir kadın bedenine zarar vermekten farksız olduğunu savunmuşlardır. Kurumsal iktidarın temsilcileri yapılanı bir terör saldırısı olarak değerlendirmiştir diyebiliriz.
Günümüzde de maalesef bazı sanat eserleri, muhtevalarına bakılmaksızın hedef haline getirilmekte, yoğun propaganda ile icracısının kimliğinin gerisinde bırakılmaktadır. Birazdan ele alacağım roman öncesinde böyle uzun bir tirat atmamın sebebi, imgelerin ihaneti örneğinde olduğu gibi, sosyal bilimcilerin, araştırmacıların ve eleştirmenlerin, merkezinde bulundukları kültürden sıyrılıp önyargısız bir biçimde çalışma yapmalarını temenni etmemdir. Yapılan her değerlendirme ve eleştiri mutlaka yeni bir eser ortaya koyacak ve imgenin yeniden üretimine katkı sağlayacaktır.
Selahattin Demirtaş’ın Leylan romanı geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Hemen belirtmeliyim ki, bu kadar ustaca ve incelikli bir kurgu beklemiyordum. Roman boyunca, özellikle ikinci bölüm ile birlikte, okurun merakı en üst seviyede seyrediyor, son bölüme kadar ise bu gizem korunuyor. Hikâyenin serimi ile birlikte, tüm parçalar bir soru işareti gibi etrafa saçılsa da, Demirtaş ilk romanı olmasına karşın bu serimi ustaca ve okuru her daim diri tutacak şekilde gerçekleştiriyor.
Kitabın ismi Leylan; serap demektir. Kudret’in sonsuz aşkı ve büyüsü bozulmasın diye kavuşmak istemediği Serap’ı imlemektedir. Kudret Serap’a kavuşmak istememektir fakat onun da başka biriyle evlenmesine, can arkadaşları Süphan ve Kemalettin’in de yardımlarıyla bir şekilde, sürekli engel olur.
Romanın bu bölümde ilerleyen kurgunun yanı sıra, Kudret’in iki dil arasında yaşadığı gelgitlere de şahit olmaktayız. Gelgitten ziyade iki dil arasında dans eder gibi geziniyor demek belki daha yerinde olacaktır. Bu bölümde yapılan dil oyunları ve nesnelerin her iki dildeki karşılıkları arasında yapılan geçişler, Demirtaş’ın dil meselesini ciddiyetle ele aldığını ve muhtemelen Kürtçe üzerinde çalışmalar yaptığını da göstermektedir.
Kudret’in hikâyesi mizahi anlatımı ile akmakta iken, toplumsal sorunlara yapılan göndermeleri hikâyenin arka planında görmek mümkün. Kudret küçük bir çocuk iken ve çoğunlukla dilden kaynaklanan komik anlaşmazlıklar yaşamaktadır. Türkçe bir kelime Kürtçede başka bir anlama gelmektedir ve ortaya çoğu zaman absürt bir durum çıkmaktadır. Bunlardan biri "Ali" sözcüğüdür. Alî Kürtçe'de yön manasına gelmektedir ve Kudret yaşındaki çocukların zihninde Alî hiçbir zaman topu tutamazdı. Kudret’in deyimiyle; "Zaten Yavuz Sultan Selim İlkokulu’nda 'Ali'nin topu tutamamasının tek nedeninin dil olmadığını da çok sonraları öğrendim". Görüldüğü gibi Kudret’in yaşadığı bu absürt durum, hikâye içinde politik bir göndermeye dönüşmekte, toplumun bir kesiminin hassasiyetine değinmektedir.
Bu ve benzeri göndermeler hikâye içerisinde sıklıkla karşımıza çıkmakta ve Diyarbakır’ı "Toledo"ya dönüştürmeyi amaçlayan Başbakan’a kadar sürmektedir.
Romanın gövdesini oluşturan ikinci kısım, "Hayat Hep Yarımdır" adlı bölüm; Kudret’in liseden arkadaşı olan Netice’nin yazdığı bir roman taslağıdır esasen. Okuyucuya roman içerisinde bir roman sunulduğunu söyleyebiliriz. Netice İstanbul’da yaşamaktadır ve hikâyesinde eksik kalan bir detayın peşine düşmüştür. Bu arayış onu nihayetinde Diyarbakır’a eski arkadaşlarına kadar getirmiştir.
Netice’nin yazdığı roman taslağı, Leylan kitabının dörtte üçlük bölümüne tekabül etmekte ve aslında ağırlıklı olarak ele alacağımız bölüm bu olacaktır.
Hayat Hep Yarımdır; KHK ile görevinden uzaklaştırılmış muhalif akademisyen Bedirhan’ın hikâyesidir. Bedirhan, üniversite yıllarında tanıştığı Sema ile yirmi beş senedir evlidir ve yedi yaşında bir kızları ile dört yaşında bir erkek çocukları vardır. Çocukların isimleri sırasıyla Deniz ve Mazlum’dur. Bedirhan üniversitede doçent tarihçidir ve hakkı olmasına rağmen uzun yıllardır profesör yapılmamaktadır. Sema, beyin cerrahıdır ve öğrencilik yıllarından beridir Bedirhan’ın her anlamda hayat arkadaşı olmuştur. Bedirhan hikâye içerisinde "Barış Bildirisi"ne imza atan ve üniversiteden atılan bir akademisyendir. En yakın arkadaşı olan Celal de tıpkı Bedirhan gibi imzacı akademisyenlerden biridir. Fakat Celal bir süre sonra imzasını geri çekmiş ve üniversitede profesör unvanına erişmiştir.
Bedirhan arkadaşı Celal’in tutarsız tavrına tepki gösterir ve onunla irtibatını keser. Akademiden atılan Bedirhan evine yakın bir yerde "Mir" adında bir kafe açar ve geçimine bu şekilde devam eder.
Hayat Hep Yarımdır bölümünün ana omurgası bu şekildedir. Hikâye içerisinde yapılacak herhangi bir deşifrasyon hikâyenin bütününe zarar vereceği ve gizemini zedeleyeceği için akışa dair başka bir analiz yapmayı uygun bulmuyorum. Son dönemde karşılaştığım yerli edebiyat örneklerinde bu denli soluksuz okuduğum eser sayısı oldukça azdır. Demirtaş’ın eseri okuyucuyu dikkatli okumaya zorluyor, felsefi tartışmalara davet ediyor. Hikayenin Zürih’te geçen kısmında ise roman, ütopik ve bilimkurgu içeren bir esere dönüşmekte. Öyle ki, başkarakterin kurduğu özdeşlikler bir noktadan sonra baş döndürmekte ve okuyucu dikkatli olmazsa anlatıcının kim olduğunu dahi karıştırabilmektedir.
Yukarıda bahsi geçen bölümde kullanılan bir kavramdan, daha ziyade bir teknolojiden bahsetmek yerinde olacaktır. Kurgu içerisinde "Çoklu bilinç ortamı" denilen bir uygulama vardır. Zürih’te geçen bölümde kullanılan bu teknolojiye göre, bilim insanları açık olan bir zihne dışarıdan müdahale ile başka bir beyin aracılığı ile girmeyi başarmışlardır. Bir nevi iki beyini birbirine bağlamışlardır. Bilim dünyası bu buluşu bir tedavi yöntemi olması amacıyla geliştirmişlerdir. Fakat korku verici bir tarafı da vardır ki; insan zihninin içine girmeyi başarınca ona direktifler verilebiliyor ve istenildiği gibi düşünmesini sağlayabiliyorlardır. İktidarların bu teknolojiye sahip olması ise tek tip insan üretimine neden olacağı için, aslında bu buluş korkunç bir trajediye neden olma ihtimali taşımaktadır.
Romanda yer alan bu "çoklu bilinç ortamı" teknolojisi aslında gündelik hayatta tecrübe ettiğimiz propaganda teknikleri ve medya yönetiminden bağımsız değildir. İktidarlar insan zihnine girmek ve ona direktifler vermek için tıbbi teknolojilere ihtiyaç duymamakta. Bu eylemlerini daha ziyade propaganda teknikleri ve resmi ideolojiyi yaygın kılma çabası ile gerçekleştirebilmektedirler.
Dikkatli edebiyat okuru bahsi geçen bu teknolojiyi başka bir yerli eserden anımsayacaktır. Murat Gülsoy’un Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet adlı romanında geçen "Janus" teknolojisi de "çoklu bilinç ortamı"na benzemektedir. Bu teknolojiye göre, bireyler henüz sağlıklı iken bir sözleşme karşılığında zihinlerini Janus’a bağışlamaktadır. Örneğin kaza geçirip ölen bir kişinin zihni, talep karşılığında yalnızlık çeken sağlıklı bir zihnin içine aktarabiliyor ve bu şekilde tek bedende iki zihin yaşamaya devam ediyor. Elbette burada da bir noktadan sonra öznellik zedeleniyor ve misafir olan zihin ev sahibini bastırma noktasına geliyor. Demirtaş’ın ortaya koyduğu "çoklu bilinç ortamı" bu noktada Gülsoy’un romanına yapılmış bir atıf özelliği taşımaktadır.
Leylan romanında dikkat çekici başka bir unsur, başkarakterin ismi ve bu ismi tamamlayan çevre isimlerdir. Demirtaş bu hesabı yapmış mıdır kesin bir şey söyleyemeyiz fakat Bedirhan, Celal ve Mir Kafe isimleri benim zihnimde tarihten önemli bir karakteri canlandırmakta. Hayatının neredeyse tamamını sürgünde geçiren ve Kürt dili ve edebiyatına yaptığı katkılarla bilinen, önemli bir entelektüel olan Mir Celadet Bedirhan’ı anımsamamak bu noktada mümkün değil. Mir Celadet Bedirhan, Kürtçe dışında yedi dil daha bilen, Hawar ve Ronahi adında iki dergi çıkaran, Kürt dilini Latin alfabesi ile yazmaktaki ısrarı ile dilin gelişmesine ve kurumsallaşmasına katkı veren önemli bir yazardır aynı zamanda.
Romanın son bölümlerinde yurda dönen Bedirhan’ı karşılamaya gelenler arasında annesi de vardır ve annesi ona "Bedirxan" diye seslenmektedir. Bir nevi Bedirhan’ın ana dilindeki karşılığı "Bedirxan"dır ve roman boyunca bu geçişi yalnızca bir kere, sadece annesinin ağzından görürüz. Bu noktada Kürt diline x, w, q gibi harfleri kazandıranın Mir Celadet Bedirhan olduğunu da vurgulamak gerekir.
Leylan, edebiyat okurunun başladığı zaman bırakamayacağı ve bir solukta okuyacağı romanlardan biri olmaya aday görünüyor. Bedirhan’ın hikâyesine eşlik ederken, Mutlu’nun, Zeliha’nın, Linda’nın sıra dışı hikâyelerine şahitlik edecek; mutluluk kavramının merkezde olduğu tartışmalara katılacak ve bireysel kurtuluşun toplumsallık karşısındaki sınavına tanıklık edeceksiniz. Demirtaş, özdeşlik kurmayı ve empati yapmayı yalnızca Bedirhan’a has kılmıyor; okuyucusunu da hikayeye dahil edip onları bazen Zeliha gibi bazen de Mutlu gibi düşünmeye zorluyor.
Romanın elbette eksik ve eleştirilecek yanları da mevcut. İlk bölümdeki Kudret’in hikâyesi ile ikinci bölümdeki Bedirhan’ın hikâyesi maalesef yeterince kaynaşamıyor ve bu da anlatıyı parçalı bir yapıya dönüştürüyor. Yine ilk bölümdeki mizahi dil roman ilerledikçe kayboluyor ve bölümün sonunda tamamen ciddi bir üsluba dönüşüyor. Yapılan kelime oyunlarının da akışı zedelediğini belirtmek gerekir. Fakat tüm bunların yanında, bir ilk roman olarak değerlendirildiğinde oldukça başarılı ve gelecek vadeden bir eser ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmemiz gerekir. Leylan barındırdığı sinematografik yapısı ile bir roman olmasının yanında iyi bir senaryo olmaya da aday görünüyor. Önümüzdeki yıllarda bu isimde bir sinema filmi izleme ihtimalimiz oldukça mümkün.
Son olarak: "Bu bir pipo değildir!"
Herkese iyi okumalar!