Fransız düşünür ve sosyolog Jean Baudrillard, bildiğimiz anlamıyla klasik gerçeğin ortadan kalktığını ve yerine sanal bir gerçeklik konulduğunu öne sürer. Bu sanal gerçeklik denilen şeyi Baudrillard "simülasyon kuramı" ile açıklamaktadır. Kendi tanımı ile; "bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin, modeller aracılığıyla türetilmesine hipergerçek yani simülasyon denilmektedir". Bir nevi olmayan bir durumu, sistemler aracılığı ile 'mış' gibi göstererek, gerçeğin yerini alması olarak düşünebiliriz bu kavramı. Simülasyon çağında aklımıza gelebilecek her şey simüle edilerek simülakrlara dönüşebilmekte, yani hakikatler üzerinde yeni bir anlam kurulmaktadır. Simülakr kavramı; bir gerçeklik olarak algılanmak istenen görünüm anlamına gelmektedir. Sistemi tarif eden simülasyon teriminden farklı olarak, şeyleri imlemektedir. Simülakr; sanıldığının aksine hakikati gizleyen değil, hakikatin yokluğunu gizleyen bir gönderendir ve bu sayede yapay ile gerçek arasında bir ayrım yapmayı güçleştirir.
Bu kuramı biraz daha somutlaştırarak anlatmak gerekirse, Baudrillard'ın 'Körfez Savaşı' ile ilgili ünlü açıklamasını örnek verebiliriz. Baudrillard, böyle bir savaşın yaşanmadığını, görüntüleme araçlarıyla güdümlü füzeler fırlatıldığını ve Amerikan halkının bu savaşı, CNN ekranlarından evlerinde cips yiyerek izlediğini söylemiştir. Böyle bir savaşı, herhangi bir bölge, sınır içermeyen televizyon ekranından izlemek gerçekten de hakikatin yitimi manasına gelmektedir. Füze bombardımanı ile imge bombardımanı arasında, belli bir noktadan sonra hiçbir fark kalmayacaktır. Ne tesadüftür ki, şu anda ülke olarak başka bir savaşı, başka bir CNN ekranından, hiçbir sınır bilmeden ve tanımadan izliyoruz. Simülasyon o denli yoğun çalışıyor ki; gerçeğin ne olduğu sorusunu soracak evreyi çoktan geçmiş gibi görünüyoruz.
Her geçen gün daha fazla bilgi ve iletişime rağmen, daha az anlamın olduğu bir çağda yaşamaktayız. Anlam yitiminin iletişim araçlarıyla doğrudan bir ilişkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. İletişim araçları, anlamı yok edip, ikna edici bir haber şeklinde kitlelerin tüketimine sunmaktadır zira. Son yaşadığımız acı deprem tecrübesinde bunun bir tezahürünü yaşadık. Yani gerçekliğin tahrip edilip nasıl bir simülakra dönüştüğünü, maalesef canlı yayında 'algılar çok iyi' gafıyla gözler önüne serildiğine şahit olduk. Aslında o esnada, siyasal iktidarın depremi değil, depremin yarattığı psikolojiyi daha çok önemsediğini; başka bir ifadeyle gerçeği değil, algıyı, simülasyonu daha çok kafaya taktığını gördük.
Simülakrlar hayatın her alanında ve her zaman karşımıza çıkmaktadır. Gerçeğin ne olduğunu, bu hayatın ve aktörlerinin hakikaten böyle mi olduğunu çoğu zaman kendimize sorarız. Hatta kimi zaman kendimizi koca bir oyunun içindeymişiz gibi duyumsarız. Hakikat nedir? Yaşadığımız bu hayat bize mi ait? Aldığımız kararları gerçekten biz mi alıyoruz? Bu yanılsama ve yalan hali bizi mutlu mu etmekte? Soruları bu şekilde çoğaltmak mümkün.
Dag Solstad'ın 1994 yılında yayınlanan romanı 'Mahcubiyet ve Haysiyet', bireyin hakikat ve gerçeklik arayışında olduğu; hem toplumla hem de kendisiyle çatışmalar yaşadığı, sürmekte olduğu hayatını nasıl anlamlandıracağını bilemeyen, yabancılaşmayı doruklarında yaşayan, modern çağın sıradan ve yalnız bir bireyinin hikâyesidir.
Roman, Banu Gürsaler Syvertsen tarafından 2018 yılında dilimize çevrilmiştir. Yayınlandığı tarihten epey bir zaman sonra olsa da, böyle bir romanı Türkçe okuyabilmek, edebiyatseverler için elbette önemli bir kazançtır.
(Not: Yazının bundan sonraki bölümü içerik analizi olup, muhtevaya dair yoğun detay içermektedir.)
Romanın başkarakteri Elias Rukla, ellisini aşmış, Oslo'da bir devlet okulunda çalışan, yirmi beş yıldır edebiyat öğretmenliği yapan sıradan bir vatandaştır. Önemli sayılabilecek veya kendisini diğer insanlardan ayırabilecek herhangi bir yeteneğe haiz değildir. Zaman zaman kendisini demode ve köhnemiş bulsa da, toplumsal konulara ilgili, duyarlı ve makbul bir vatandaştır.
Romanın henüz ilk sayfasında, yazar bizi birtakım olayların beklediğini söyler ve Elias ile karısı Eva'nın yapmacık ve abartılı vedalaşma sahnesi ile ilk yabancılaşma göstergesini okuyucuya sunar. Hatta ütülü beyaz gömleğini giyinirken karakterin ağzından; 'bu çağda ve bu koşullar altında yaşamak' diye bir cümle de duyarız. Yazar gerçekten de ilk sayfadan okuyucuyu romana katarken, onu boğucu bir atmosfere sokacağının da emarelerini vermektedir.
Elias lise son sınıf öğrencilerine Norveç Dili ve Edebiyatı dersi vermektedir. Tam yirmi beş yıldır aynı müfredatla bunu yapmaktadır ve şu sıra İbsen'in 'Yaban Ördeği' adlı eserini işlemektedir. Elias, edebiyata olan merakı ve ilgisinden dolayı işini severek yapmaktadır. Fakat karşısında, on sekiz yaşlarında tam tamına yirmi dokuz genç vardır ve bu ortak kültüre ait eseri içeren dersten inanılmaz derecede sıkılmaktadırlar. Elias öğrencilerinin sıkkın halini elbette fark ediyor; bu durumu onların toyluğuna veriyordur. Hatta onların sıkılmalarının normal olduğunu, kendisinin de öğrenciyken aynı durumda olduğunu hatırlıyor. Ders sırasında homurdanmalar, iç çekmeler yükselse de, Elias bu duruma ses çıkarmamaktadır. Olası bir isyandan çekinmektedir zira.
Yirmi beş yıldır aynı eserleri işleyen Elias, o gün sıradışı bir olay yaşar. Yaban Ördeği adlı eserde, daha önce fark etmediği bir detayı yakalayacak ve bu durum karşısında çok heyecanlanacaktır. Coşkusunu öğrencileriyle paylaşan Elias, beklediği tepkiyi maalesef bu gençlerden alamayacaktır. Öğrenciler uyuklamakta ve bir an önce dersin bitmesini beklemektedirler. Öyle ki zil çaldığı an, Elias'ın sözünü bitirmesini beklemeksizin sınıfı boşaltmış, kulaklıklarını takarak çoktan yola koyulmuşlardır.
Elias dışarı çıktığında yağmur yağmaktadır ve çantasından şemsiyesini çıkarır. Fakat ne yaparsa yapsın şemsiyesi bir türlü açılmaz. Sinir krizi geçiren Elias, şemsiyesini taşlara vurmaya başlar. Sinirini bir türlü alamıyor, parçalanan şemsiyenin demirleri eline batsa da bu durumu önemsemiyordur. Etrafına toplanan öğrencileri görmüyor, şemsiyesini vurmaya devam ediyordur. Hatta bu sinir çıkarma eyleminden hafif bir mutluluk da duymaktadır. Bu eylem Elias'ın bir nevi dışavurumu haline gelmektedir. Sadece şemsiyeyi değil, geçmişinde aldığı kararları, evliliğini, öğretmenliğini, kendisini dinlemeyen öğrencilerini kısacası hakikat saydığı tüm yanılsamaları vuruyordur. Öyle bir noktaya gelir ki Elias; bir kız öğrenciye küfür ederek ayrılır okuldan. Aklından sadece bir şey geçmektedir; bir daha oraya asla geri dönemeyecektir.
Elias, okulun bahçesinden çıktıktan sonra, kalabalıkta kaybolma amacıyla şehrin merkezine doğru yol alır ve bir döner kavşakta, nereye gideceğini bilmez bir halde kalakalır.
Romanın bundan sonraki evresi Elias'ın o döner kavşaktaki düşünme halidir. Üniversite yıllarına kadar gider bu düşünme hali. En yakın arkadaşı olan Johan Corneliussen ile tanışmalarından, karısı Eva Linde ile evliliğine kadar her şeyi bu bölümde öğreniriz. Elias'ın döner kavşakta nereye gideceğini bilmez halde duruşu ve düşünme hali, romanın ana omurgasını oluşturmaktadır esasen.
Elias, karısı Eva ile tanıştıktan sekiz yıl sonra evlenmiştir. Çünkü Eva, o sırada en yakın arkadaşı Johan Corneliussen ile evlidir. Eva, Johan ve Elias, 1960'ların sonunda yirmili yaşlarında üç üniversite öğrencisidir. Eva, 'kelimelerle anlatılamayacak kadar' güzel bir kadındır. Johan ise okulda oldukça popüler bir felsefe öğrencisidir. Marx ve Kant üzerine çalışmakta ve tüm okul ondan mükemmel bir doktora çalışması beklemektedir. Johan tam bir entelektüeldir. Müzik, sinema, buz hokeyi, futbol, politika, felsefe, edebiyat başlıca ilgi alanlarıdır. Elias aslında Johan'a hayranlıkla bakmaktadır ve roman boyunca da göreceğimiz üzere, sık sık kendisine, Johan'ın onunla neden arkadaşlık yaptığını sormaktadır. Elias'ın onda inanılmaz bulduğu bir özelliği de; ilgi alanları arasında bir hiyerarşi kurmayışıdır. Johan, sinemadan da aynı hazla bahsetmektedir, buz hokeyinden de. Aslında Johan, tipik bir 68 gencidir.
Johan ile Eva 1970 yılında evlenirler ve aynı yılın sonunda kızları Camilla dünyaya gelir. Johan 1972 yılında doktorasını bitirir fakat bir türlü iş bulamaz. Ekonomik bunalımın da etkisiyle 1976 yılında Amerika'ya gitmek üzere evi terk eder. Johan tüm geçmişine karşın 'zengin olma' hedefiyle Amerika'ya yerleşme kararı alır ve havalimanındayken Elias'ı arayarak Eva'yı ve Camilla'yı ona emanet eder.
Elias'ın döner kavşakta durmasıyla, tüm geçmişini ve karısıyla nasıl evlendiklerini öğrenir okuyucu. Aslında bizzat tercih etmediği bir hayatı nasıl yaşadığını ve evlendikten sonra, sahteliklerle dolu bu yirmi sekiz yılın nasıl geçtiğini anlarız.
Roman bu ana hikâyenin çok ötesinde bir anlatı içermektedir esasen. Dünyaca ünlü birçok edebiyatçıyı görürüz romanda örneğin. Felsefi tartışmaların ağırlıkta olduğu, demokrasi kavramının tartışıldığı, güncel sorunların konuşulduğu bir romandır aynı zamanda.
Elias'ın öğrencilerine anlattığı, İbsen'in Yaban Ördeği adlı eseri romanda önemli bir yerde durmaktadır. Ana karakterlerden biri olmayan ve oyun boyunca çok da hikâyeye etki etmeyen Dr. Relling'in şu sözü aslında okuduğumuz romanı da özetlemektedir; "Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz". Elias, gerçekten de hayatı boyunca kendisini kandırmıştır ve şemsiyesini taşlara vurduğu anla birlikte düşüşü de başlamıştır.
Elias'ın, edebiyat ile ilgili kendince bir tanımı vardır. 1920'li yılların yazarları adını verdiği bir kategoridir bu tanımlama. 1920'li yıllarda eser versin ya da vermesin, birtakım yazarları bu sınıfa sokmaktadır. Örneğin; Proust, Kafka, Musil, Mann, Joyce gibi yazarları bu sınıfa sokmaktadır. Hatta Milan Kundera'yı bile bu sınıfa alabilmektedir. Elias'ı böyle bir sınıflandırma yapmaya iten şey, elbette bu yazarların ortaya koyduğu karakterlerin ortak özellikleridir. Bu karakterler çağları ile uyumsuz, yabancılaşmış ve kaybolmuş karakterlerdir. Burada Joyce'a ayrı bir parantez açmak gerekir. Joyce gerçek hayatta büyük bir İbsen hayranıdır. Öyle ki İbsen'i okuyabilmek için Norveççe öğrenmiştir.
Ana karakterin ismi de incelenmeye değer bir göstergedir. Elias'ın ismini Elias Canetti'den aldığını iddia edebiliriz. Canetti'nin 'Körleşme' romanı, Dag Solstad'ın işlediği konuya paralellik göstermektedir. Körleşme romanının başkarakteri Peter Kien, kendisini dış dünyadan yalıtmış, evinde binlerce kitabıyla yaşayan bir adamdır. Araştırmalar yapar, yazılar yazar fakat gerçek hayattan bihaberdir. Evinde sekiz yıldır hizmetçilik yapan kadınla evlenir ve başına gelmeyen kalmaz. Bu noktada, yirmi beş yıldır aynı konuları anlatan ve emrivaki bir evlilik yaparak yirmi sekiz yıl sürdürmüş Elias'a oldukça benzemektedir. Küçük bir ekleme daha yapmak gerekirse; Elias Canetti'nin ölüm tarihiyle, Mahcubiyet ve Haysiyet romanının yayınlandığı tarih aynıdır. Ayrıca eseri incelerken dikkatimi çeken bir diğer husus da İbsen-Joyce-Canetti sarmalıdır. Az önce Joyce'un İbsen hayranlığından ve bu uğurda Norveçce öğrenmesinden bahsettim. Benzer bir ilişkisellik de Canetti ve Joyce arasında vardır. Canetti öyle büyük bir Joyce hayranıdır ki; vasiyeti üzerine Joyce'un mezarının yanına defnedilir. Canett'nin üslup olarak benimsediği bilinç akışı tekniğini Joyce'dan aldığını söylemek yanlış olmaz. (Virginia Woolf severlerin yüce gönüllüğüne sığınıyorum)
Romanın sürükleyici olmadığını, bilakis çok fazla tekrarlardan oluştuğunu belirtmek gerekir. Fakat bu tekrarlar, başkarakterin sıkıcı ve boğucu hayatını anlayabilmemiz adına, yazar tarafından bilinçli yapılmış gibi durmaktadır. Bu anlatım tarzı ile Dag Solstad, Thomas Bernhard'ı hatırlatmaktadır. Thomas Bernhard da eserlerinde bu yönteme oldukça sık başvurmaktadır. Özellikle 'Bitik Adam' romanı, o denli tekrardan oluşmaktadır ki, okuyucu yer yer ana karakterin sayıkladığını düşünebilmektedir. Bernhard ile Solstad'ın başka bir benzerliği de paragraf kullanmamalarıdır. Her iki yazarın eseri de tek bir paragraftan oluşmuş gibidir. Bitik Adam romanı; Wertheimer, Glenn ve adını öğrenemediğimiz anlatıcının romanıdır. Roman boyunca, anlatıcının kendi varoluşunu diğer karakterler etrafında inşa ettiğini görürüz. Tıpkı Elias'ın, Johan ve Eva'nın etrafında kurduğu ve bir türlü özgünleşemeyen hayatı gibi.
Mahcubiyet ve Haysiyet, bildiğimiz ve yaşadığımız hakikatin aslında bir yanılsamadan ibaret olduğundan yola çıkarak, büyük hayal kırıklıkları da içermektedir. Elias'ın, Johan'ın gidişiyle beraber yaşadığı tam olarak budur. Aslında o, tüm Dünyada olduğu gibi, 68 hareketinden sonra hayal kırıklığı yaşayan gruba dâhildir. Bir de bu dönemden kârlı çıkan bir grup vardır ki, Johan da bu grupta yer almaktadır. Johan, hayatının bir dönemini Marksist olarak geçirmiştir. Fakat bir süre sonra, Marksist ideolojiyi yalnızca, kapitalizmi iyi tanımlayan bir araç olarak görmeye başlamıştır. O Bauman'ın deyimiyle 'Akışkan Hayat'a iyi uyum sağlamış ve sonunda ödülünü almış bir bireydir.
Romanda dikkat çeken, hatta rahatsız eden bir durumdan bahsetmek gerekir. Eva'nın bu kadar edilgen olması oldukça ilginçtir. Onu romanda sadece 'kelimelerle anlatılamayan güzelliğe sahip' bir karakter olarak görürüz. O kadar etkisizdir ki; Johan onu terk edip Elias'a emanet edince, itiraz etmeden kabul eder ve Elias ile evlenir.
Aslında Eva'nın alametifarikası satır aralarında kendini göstermektedir. Roman boyunca Eva'yı uyku ile özdeş kılmıştır anlatıcı. Eva yeni bir güne uyanmak istemiyor gibi görünmektedir. Bu özelliği ile adeta hayatı reddediyor, ona karşı pasif bir direniş sergiliyor gibidir. Elias, Eva'nın bu durumunu, henüz Johan'la evliliklerinde fark etmiştir ve Johan onu uyararak aslında uyumadığını, kendilerini dinlediğini dile getirmiştir. Ayrıca Eva, yaşlanana kadar oldukça güzel bir kadındır ve nereye giderse gitsin bu güzelliği fark edilmektedir. Hatta bu fark edilmelerden öyle rahatsız olur ki, kendince refleksler geliştirmek zorunda kalır. Eva'nın yaşlanması ve kilo almasıyla birlikte güzelliği de onu terk eder. Güzelliğinin terk etmesi neticesinde, Eva adeta esaretten kurtulur ve özgürleşmeye başlar. Evliliği ile birlikte bıraktığı yükseköğrenimine devam etme kararı alır. Yıllardır sürdürdüğü sekreterliği bırakıp sosyal hizmet uzmanı olmaya karar verir. Dag Solstad, Eva karakterine de bir yanılsama yaşatmış ve onun hayatı boyunca yaşadığı yalanı, güzelliği ile sembolize etmiştir.
Yaban Ördeği eserinin vurguladığı fikri, hem Elias hem de Eva karakterleri üzerinden yaşatır bizlere Dag Solstad. Hayatı boyunca sahip oldukları yalanları ellerinden alınan insanlar, mutsuzluğa kapılmaktadır.
Belki de okuduğumuz, ana fikri olan, bir göndermesi olan bu eser de koca bir yanılsama ve yalandan ibarettir. Bizler Elias'ın gözünden baktık olaylara. Johan ya da Eva belki bambaşka bir hikâye anlatacaktı bizlere… Belki de Canett'nin bahsettiği körleşmeyi şu an yaşıyoruzdur.
Yakın tarihimizin, henüz üç beş yıl önce yaşadıklarımızın, bizlere durmak bilmez tekrarlar ile anlatıldığı, gerçeğin tahrip edilip yerine makbul hakikatin yerleştirilmeye çalışıldığı şu çağda, koca bir ülke olarak yanılsamanın içinde miyiz diye sormadan edemiyor insan. Üniversitelerin, havaalanlarının hangi tarihte yapıldığını bilmiyoruz artık. O kadar hızlı yer değiştiriyorlar ki; dost ve müttefik ülkeleri ve yahut toprağımızda gözü olan düşman toplulukları bir çırpıda sayamıyoruz. 1954 doğumlu bir abinin tek partili dönemde, ilkokulu ne zor şartlar altında okuduğunu dinliyor, üzülüyor, kafa sallıyoruz. 6-7 Eylül olaylarında, iktidardaki CHP'nin katliama nasıl seyirci kaldığını konuşuyoruz.
Belli ki 'hakikaten' koca bir ülke olarak, Elias gibi, nereye gideceğini bilmez bir biçimde döner kavşakta duruyoruzdur.