On yıl önce; Uğur Mumcu’nun katledilişinin onuncu yılında, Güldal Mumcu evlerinin önünde yapılan anma töreninde şöyle söylemişti:
“İnsanoğlu, aklı erdiği günden beri gerçeklerin peşine düştü. Kendi gerçekliğinin, dünyanın gerçekliğinin, evrenin gerçekliğinin. Bulduğu, ortaya çıkardığı her gerçek, egemen çevrelerin çıkarlarına dokunduğu anda onulmaz acılar ve baskılarla karşılaştı. Kimisi gerçeğin ardında durdu dimdik, susmadı; kimisi eğildi, sustu, adaletsizlik ve zulüm yol aldı sessizlik üstünde…
Uğur Mumcu, “Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız, sonra daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur.
Ve bu olayların sorumluları, katilleri, kan içicileri, gizli örgüt şefleri, olaylar büsbütün unutulduktan sonra, bir yenisini, sonra bir başkasını yaratmak için pusuya yatarlar.
1968 yılında, Beyazıt Meydanı’nda sırtından kurşunlanarak öldürülen Taylan Özgür’ün katili bulunsaydı, devlet her olayın üzerine gidebilseydi, kan seli bugünlere uzanır mıydı?” diye sorarak, yıllar boyunca terörü, terörün ardındakileri, bağlantılarını ve destekleyenleri araştırmıştı. …”
1968 yılında katledilen Taylan Özgür’den yirmi yıl öncesine, 1948 yılına -yakın tarihimizin ilk derin devlet kurbanlarından sayılan- Sabahattin Ali’ye; hatta daha da gerilere, 1920’lerde öldürülen Mustafa Suphi ve arkadaşlarına kadar uzanmak gerekiyordu belki de, bu ‘kan seli’nin izlerinin nereden nereye yol aldığını takip edebilmek için.
Güldal Mumcu’nun kaleme aldığı ‘İçimden Geçen Zaman’ı okurken, ister istemez üstümüzden akıp geçiyor on yıllar, onca yıllar, katliamlar, komplolar ve faili -belli- meçhuller…
“Kirli siyasetin ve bürokrasinin koruması altında yolsuzluk ekonomisinden hayat bulanlar… Hem olası tanıkların cesaretleri kırılmaya, hem de deliller karartılmaya çalışılıyordu sanki...
Menfaat gruplarının kendi birliklerinin çözülmemesi, ortaya çıkmaması ve güçlerinin ellerinden gitmemesi için yaşanan ‘örtülü’ bir savaş… Korku; ete, kana, kemiğe bürünmüş bir insan olarak karşımızda duruyordu…
Eğer bir ilahi adalet varsa, sadece gerçekten yana olması gerekir diye düşündüm. Dünyadaki adalet zaaflarla sakatlanmıştır çünkü…”
Size ‘İçimden Geçen Zaman’ı okuyorum.
İçinden geçtiğimiz, içimizden geçen ve aynı zamanda üstünüzden akıp giden zamanı…
Korkunun yalnızca dağları değil; devleti de beklediği zamanları… Bir türlü kurtulamadığımız, derinden ve hâlâ sarsılarak yaşadığımız tüm bu kahrolasıca zamanları…
Korku ‘devleti’ beklerse halkları ne bekler?
“Uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler…”
‘UMUT’larımızı öldürenler hangisi?
Gözümüzün içine baka baka yalan söyleyenler de kim oluyor? ‘Karanlık güçler’ de ne demek? Bu fantastik dünya da neyin nesi?
Sadece anlamaya çalışıyorum…
‘İçimden Geçen Zaman’ın, Uğur Mumcu suikasti üzerinden tüm bu ‘karanlık dönem’e ‘projeksiyon’ tuttuğunu söylemek yanlış olmaz.
Dönemin İçişleri Bakanı, dönemin Adalet Bakanı, dönemin Emniyet Genel Müdürü, dönemin Genel Kurmay Başkanı, dönemin DGM Başsavcısı, dönemin Başbakanı, dönemin Cumhurbaşkanı, bakanları, milletvekilleri, son yirmi yılın birbirini takip eden döneminin bütün isimleri, her ‘dönemin’ adamları…
Dönemin sehven yapılmış hataları, ihmalleri, ‘istenmeden’ yapılmış tahrifatları…
Dönemin baş döndürücü dönemeçleri, dönme dolapları, domino taşları…
Bir ucundan dokunsak hepsi yerle bir olacak.
Koca bir ‘yakın tarih’ duvarı… Bir tuğla çeksek hepsi yıkılacak.
Kralın, kralların ‘çıplak’ olduğunu bir haykırabilsek artık bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Ama dokunamıyoruz… Ama çekemiyoruz… Ama korkuyoruz…
İnsanlar öldürülürken biz susuyoruz.
Uğur Mumcu bir kez öldü.
Sabahattin Ali, Taylan Özgür, Musa Anter, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Necip Hablemitoğlu, Gaffar Okkan, Hrant Dink bir kez öldüler…
Bu coğrafyada onlar gibi katledilen yüzlerce, binlerce ‘faili zalim, faili derin, faili meçhul’ bir kez öldü.
Zalimler, yukarıdaki isimleri duyduklarında yüreklerinde bıçak kaç kez dönüyor korkuyla titreyerek? Kaç kez ölüyorlar?
Babası öldürüldüğünde henüz on iki yaşında olan, acısını ve yaşadığı dehşeti ifade edememekten bitap “… çoğu zaman ise susmak gerekti. Çünkü hayata olağan akışında devam edebilmek için, hiçbir şey olmamış gibi yaşamak gerekiyordu. Bir yandan okulu bitirmek ve bir gelecek kurmak gerekirdi. Bir hayatı adam gibi yaşayabilmek; bir geleceğe inanabilmek gerekirdi. İnandıklarının ardından öldürülmüş bir babanın evlatları olabilmek gerekirdi…” diyen bir kız çocuğu düşünün.
“Sadece kamuoyu tarafından bilinen cinayetlerin değil, memleketin her tarafında siyasi sebeplerle işlenmiş her bir cinayeti aydınlatmak bu devletin vatandaşlarına bir borcu. Borcunu ödemeyen bir devlet, her çözemediği cinayetle kendi meşruiyetinden kaybeder. Yaşam hakkı ihlallerini umursamayan bir devlet o çok meraklısı olduğu itibarını da zedeler…” diyerek hiç bıkıp usanmadan adalet talep eden, on altı yaşındayken kaybettiği babasının ardından bir günde büyüyerek, koskoca bir adam olmak zorunda kalan bir oğul düşünün.
Oturduğu sandalyeden, karşı tarafa; hayat arkadaşının yattığı bahçeye, onun parçalanmış bedenine uzaktan -bir şok ve sis bulutunun gerisinden- uzun uzun bakakalmaktan gözleri acıyan ama yanına gidecek gücü kendinde bulamayan, olanları ancak sürrealist bir tablo, bir korku filmi gibi izleyebilen; o dehşet anlarından bu son güne kadar inanılmaz bir dirayetle ayakta durabilmeyi başaran bir kadın, bir anne düşünün.
Şimdi, yirmi yıl sonra onları teselli edecek cümleleriniz var mı?
Devletiniz ne kadar meşru; tarihiniz ne kadar itibarlı?
Gerçekleriniz, ne kadar gerçek?
Hukuk sisteminiz nasıl işliyor?
İçiniz rahat mı…
Uğur Mumcu sizin için kimdi?
Cemal Süreya’ya göre ‘tarihin sorgu yargıcı’ydı.
Bana göre; en az zekâsı kadar keskin kalemi, baş döndürücü mizah anlayışı, göz kamaştırıcı hitabet yeteneği, gerçeğin -yalnızca gerçeğin- peşinden gidebilecek o iflah olmaz cesareti ile icra ettiği meslekte pırıl pırıl bir mihenk taşıydı.
Çoklarının kendi kendine bile sormaya cesaret edemediği soruların peşinden, karanlığın üstüne yürüme cesaretini gösterebilen bir araştırmacı, bir arkeolog gazeteci, tarihin kendisine yüklediği sorumluluktan kaçmayan, sahici bir aydındı.
“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz…” derdi.
Uğur Mumcu’yu okumadan, onu tanıyamazsınız. Onu tanıyamadığınızda yakın tarihinizle ilgili bütünlüklü bir fikir sahibi olamazsınız. Parçaları birleştiremezsiniz.
"Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de, demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline bir tek taş bile konmuş olamaz.
Unutmayalım ki, "cesur bir kez, korkak bin kez ölür." Önemli olan, insanın böyle bir toplumda "mezar taşı" gibi suskunluk simgesi olmamasıdır." (1974)
“Her dönemde ezenden, yönetenden ve güçlüden yana olmayı hüner sayanlar vardır. Bütün baskı yöntemleri, bu gibi insanları birer kerpeten, birer maşa, devrimcilerin boynuna dolanan bir ip gibi kullanır. Sonra, bu baskı yönetimini yıkan güce araçlık ederler aynı insanlar. Baskıya boyun eğmeyen, gelen geçen yönetimlere maşalık etmeyen, içinde insanlık onurunu bir değişmez hazine gibi saklayan insanlardır, çağlarına ve toplumlarına yakışanlar.
Ellerini kana bulayanlar, içlerindeki korkuların mezar taşlarıyla yaşayanlar, aynı adaletsizliğin ve aynı suçun ortaklarıdır hep birlikte... Gözlerin açıksa göreceksin. Kulağın sağır değilse duyacaksın. Ellerin kesik değilse uzanacaksın!” (1975)
“Kanıtlanan bir başka gerçek de ‘hukuk devleti’ sisteminin vazgeçilmez varlığı ve önemidir. ‘Hukuk devleti’nin zedelendiği her ülke kargaşalarla, zorbalıklarla, diktatörlüklerle karşılaşmak yazgısı ile karşı karşıyadır. Hukuk devleti, bireylerin olduğu gibi, sendikaların, partilerin ve kurumların ortak güvencesidir." (1981)
Türkiye Cumhuriyeti devleti bir ‘hukuk’ devleti midir? Hiç olmuş mudur?
Uğur Mumcu bize neyi anlatmaya çalışıyordu?
Uğur Mumcu neden öldü?
Uğur Mumcu’yu kimler öldürdü?
İnsanlık tarihine ve kendimize bir ‘gerçeklik’ borcumuz var. İş işten geçtikten sonra değil, şimdi. Çocuklarımıza ve geleceğimize de var. Şimdiden.
Evet bazen gerçeklik çok ağırdır. Bazen katlanılmazdır. Bazen ölüm gibi gelir…
Ama ondan bir kez gözümüzü kaçırdığımızda, bir tek kez paramparça edilmesine izin verdiğimizde, bir tek kez olmamış gibi davrandığımızda gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Katledilişinin onuncu yılında, Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü yerde onun anısına dikilen heykelin kaidesine şöyle yazılmıştı: “Kimi ölüler bize ne kadar yakın, yaşayanların çoğu ne kadar da ölü…”
Bir on yıl daha geçti…
Ne değişti? Siz söyleyin...