Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 1994'te iki köyün bombalanmasıyla ilgili soruşturmanın yeniden başlayacağı ‘mesajını’ vermiş.
Olaydan on dokuz yıl sonra. AKP iktidara geldikten on bir yıl sonra.
Neden?
Çünkü bildiğiniz gibi AİHM, 1994 yılında Şırnak'ta savaş uçaklarının bombalaması sonucu Kuşkonar Köyü'nde 25, Koçağılı Köyü'nde ise 13 kişinin öldüğü ve 13 kişinin yaralandığı olaylarla ilgili açılan davada Türkiye'yi, 'hava saldırısı emri vermek, yeterli soruşturma yapmamak, insan yaşamını dikkate almadan bombalama yapmak ve uçuş kayıtlarını gizlemek' suçlamalarıyla 2 milyon 305 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm etti.
Bu gelişme üzerine, tekrar gündeme gelen ‘katliam’ın ayrıntıları şöyle:
"Ölenlerin çoğu kadın ve çocuk. İki savaş uçağı doğrudan evleri hedefleyerek, hedef gözeterek ağır bir bombardıman yapmış ve 43 sivil insan yaşamını yitirmiş. Ancak resmi kayıtlarda bu insanların çoğu hâlâ sağ görünüyor…”
İnsan ister istemez düşünüyor; AİHM, acaba bundan kaç yıl sonra Roboski katliamı ile ilgili de -hemen hemen aynı nedenlerden dolayı- Türkiye’yi cezaya mahkûm edecek?
Mesela AİHM, bundan kaç yıl sonra sadece Gezi sürecinde yaşanan hukuksuzluklarla ilgili Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tekrar, tekrar ve tekrar ceza ödemeye mahkûm edecek?
Geçtiğimiz yıl AİHM’de, en çok ihlal yapan ülkeler arasında Türkiye, Rusya’dan sonra ikinci sıradaydı.
Ve yine AİHM’de bekleyen binlerce dava sıralamasında Türkiye ikinci sırada yer alıyor.
Bir davanın AİHM’e gitmesi demek, davayla ilgili tüm iç hukuk yollarının tıkanması demek.
Hukuk yolları…
‘Adalet’in gelirken kullanabileceği tek güzergâh. Malum, memleketimizde bu yol epey uzun, dolambaçlı, yokuş ve tuzaklarla dolu. Ender olarak -o da yıllar sonra- geldiğini görebiliyoruz. Çoğu zaman da daha yolun başında nefesi kesiliyor.
Oysa ülkemizde adaleti sağlama görevi, yetkisi ve sorumluluğu olanların en çok sevdiği replik şu:
“Türkiye bir hukuk devletidir!”
Hatırlayabildiğiniz en ‘geçmiş’ten günümüze kadar hafızanızı tazeleyin ve söyleyin:
Türkiye bir hukuk devleti midir?
Eğer gerçekten öyle olsaydı bunu, bu kadar çok tekrarlamak zorunda kalırlar mıydı?
Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA), geçtiğimiz hafta sonu (9 Kasım) Diyarbakır’da ‘Geçmişten Günümüze Türkiye’de paramiliter bir yapılanma: Köy Koruculuğu Sistemi’ isimli oldukça kapsamlı bir kitap/rapor çalışmasının tanıtımını yaptı.
Bir kaç gündür Şemsa Özar, Nesrin Uçarlar ve Osman Aytar tarafından hazırlanan bu değerli çalışmayı okuyorum.
Raporda ‘koruculuk’ temasıyla son 30-35 yılda derlenmiş olan; meclis tutanaklarına, gazete haber ve köşe yazılarına, saha çalışma notlarına v.s. baktığımızda -ki bu çalışmada da ‘Tükiye bir hukuk devletidir!’ repliği ve ‘AİHM’ adı sıklıkla geçiyor- görünen tablo yalnızca şu:
Türkiye, henüz bir hukuk devleti değildir...
DİSA’nın raporu başlı başına bir yazıyı hak ediyor ama hazır gündem ‘yeniden açılacak dosyalardan, ihlâllerden, hukuktan, adaletten, çifte standartlardan...’ açılmışken, bu raporu okumaya vakit ya da imkân bulamayanlar için, okurken tuttuğum notlardan ‘küçük’ bir kısmını aşağıya aktarıyorum.
Buyrun:
21 Aralık 1997 tarihli Meclis oturumunda DTP milletvekili Mustafa Zeydan:
“Silahlı Kuvvetlerin bir parçası veya emrinde olan koruculuktan bahsetmek istiyorum. Belki, bu arada, bazı adamların aklına gelir, der ki ‘sen zaten korucubaşısın’... devletin güvenliğiyle ilgili bütün hizmetlerde ne başı olursam olayım, o hizmetten ben iftihar duyuyorum. Çünkü, ben, Cumhuriyet Devletinin bir vatandaşıyım, onun yüzü suyu hürmetine, burada, şu anda da milletvekiliyim. Bu birimleri [korucuları], potansiyel suçlu olarak görmek, kötülemek, ikide bir ‘Efendim, korucular çetesi, polis çetesi...’ Bunlar, Türkiye’ye zarar verir. Biz, hukuk devletiyiz. Kim olursa olsun eğer, bazı suçlularımız varsa cezasını görecektir.”
1993 yılında Mardin’in Midyat ilçesinde 8 köylüyü öldüren 10 korucu aleyhine 1997 yılında açılan dava, 2000 yılında sonuçlanır ve korucular beraat eder. Köylü yakınlarının başvurdukları AİHM’in aldığı karar üzerine yeniden görülen davada bu kez koruculara 25’er yıl hapis cezası verilir.
***
Mayıs 1988, Cumhuriyet’de, OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun verdiği brifingten:
“Koruculuk bugün gönüllü olarak yapılan bir sistem haline gelmiştir. Koruculuk güvenliğin yanısıra bölge için bir ekonomik olaydır. Bölgede istihdam sorunu vardır. Biz bugün yatırım yapmadan güvenlik hizmetini yerine getiren bacasız fabrikalar kurmuşuz…
Korucular vasıfsız bir basın işçisinden daha fazla para alıyorlar şu anda. Buna yiyecek, giyecek yardımını, silahı, mermiyi, el bombasını da eklerseniz, büyük masraf. Şimdiki korucular çok iyi durumdalar, hatta bazıları ikinci eşlerini bile aldılar. Bunların aldıkları para ekonomik bir hareket yaratıyor. Bize ‘bunlara yılda 150 milyar vereceğinize fabrika kursanız’ diyorlar. önemli olan 20 bin korucu değil. Ben istesem onların yerine 20 bin asker getiririm, o parayla onlara daha iyi bakarım. Ama yöre halkının karnının doyması lazım...”
***
1992’de Gündem Gazetesi, Türk savaş uçakları tarafından ‘yanlışlıkla’ bombalandığı ileri sürülen Şemdinli’nin Begar Köyü korucularından Mehmet Sönmez’in şu sözlerine yer verir:
“Bombardıman sonrası bizim çadırımızda en az bin mermi izi vardı. Bu kesinlikle düşmanlıktır. Yani bizi Kürt olduğumuz için öldürüyorlar. Onlar için ha PKK’li, ha korucu. Biz onların tüfeğini alıp korucu olmuşuz. Ama onlar araya fark koymuyorlar…”
***
Nisan 1993’de SHP milletvekili Zübeyir Aydar, bir heyetle birlikte incelemelerde bulunmak üzere Diyarbakır’da ‘yakılarak boşaltılan’ bir köye gitmek istediklerini, köyün girişinde askerler ve köy korucuları tarafından durdurularak kendilerine silah doğrultulduğunu, iki ay kadar önce Mehmet Sincar ve Ali Yiğit isimli milletvekillerine de Mardin’de benzer bir uygulama yapıldığını, bu kişiler hakkında herhangi bir soruşturma açılmadığını aktararak, bu saldırıların parlamentoya ve parlamenter demokrasiye yönelik olduğunu söyler.
Bir kaç ay sonra dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, “Diyarbakır’da incelemelerde bulunan bir heyete jandarma ve köy korucuları tarafından ateş açıldığı; köy korucularının halka kötü muamele yaptığı; köylülerin zorla korucu yapılmak istendiği; masum vatandaşların korucular tarafından öldürüldüğü…” iddialarına ilişkin soru önergelerine, “Bu tür iddialar, PKK terör örgütünün hedefi konumunda olan geçici köy koruculuğu sistemini kaldırarak, teröristlerin bölgede rahat dolaşmalarını sağlamak, ve güvenlik kuvvetlerini pasifize etmek amacıyla ortaya atılmaktadır…” yanıtını verir.
Aralık 1993’de SHP milletvekili Selim Sadak bu değerlendirmelere karşı “Sayın Demirel’in bir zamanlar dilinden düşürmediği ‘Kürt realitesi’ Genelkurmaya havale edilmiş, silahla bastırma politikaları egemen hale gelmiştir. Kürt sorununu silahla bastırma politikasından dolayıdır ki, vergiler ve zamlar yoluyla yoksul halktan toplanan paralar ‘skorsky’lere, kobralara, panzerlerle, silah ve araçlara, köy korucularına, muhbirlere, ispiyonculara harcanmaktadır… Asıl bölücüler, halkın oylarıyla seçilen bizleri devre dışı bırakarak, sorunu korucubaşına havale edenlerdir,” der.
Sadak’ın devre dışı bırakılmak olarak ifade ettiği durum, Mart 1994’de kendisiyle birlikte 22 milletvekilinin yasama dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin fezleke hazırlanması ve 5 milletvekilinin tutuklanarak siyaset dışı kalmaları şeklinde tezahür eder.
Mayıs 1993’de Cumhuriyet Gazetesi, OHAL valisi Ünal Erkan’ın şu sözlerine yer verir:
“Bence koruculuk devam etmeli... Bugün korucular bölgede faaliyet gösteren güvenlik kuvvetlerinin yasal bir parçasıdır. Fevkalade hizmet veriyorlar. Örgütü önlüyorlar. Kalkmasını örgüt istiyor. Bence geçici köy koruculuğunu ‘daimi’ hale getirmek lazım. PKK tehditi olmasa bile bunun devam ettirilmesi önemlidir.”
***
Haziran 1995’de, 10 ilde uygulanmakta olan OHAL’in dört ay süreyle uzatılmasına ilişkin Başbakanlık tezkeresinin tartışıldığı tarihli oturumda söz alan RP milletvekili Hüsamettin Korkutata, şunları söyler:
“Bugün bölgede olağanüstü hal başlıbaşına bir sektör; korucusuyla, korucubaşı ağalarıyla, itirafçsıyla, yurtiçinde cirit atan ajanlarıyla, yurtçi-yurtdışı destekçileriyle, gerçekten, trilyonların döndüğü bir sektör haline dönüşmüştür ve bu sektör, kendisine karşı gelenleri, ya iftira etmek ya yıldırmak suretiyle, çeşitli şekillerde saf dışı bırakmaktadır.”
***
Mayıs 1997’de, RP, ANAP, CHP ve DSP milletvekillerinin, yasadışı örgütlerin devletle olan bağlantıları ile Susurluk’ta meydana gelen kazanın ve arkasındaki ilişkilerin aydınlığa kavuşturulması amacıyla Meclis araştırması açılmasına ilişkin verdikleri önergeler bağlamında CHP milletvekili Fikri Sağlar söz alır:
“Örgütün, Güneydoğu’daki operasyonlarında özel timci polislerle birlikte korucu ve PKK itirafçılarının kullanıldığı anlaşılmıştır. Uyuşturucu kaçakçılığının devletin resmi araçları, hatta asker ve helikopterleriyle yapıldığı da ‘itiraflarla’ mahkeme zabıtlarına yansımış gerçekler olarak önümüzdedir…”
Aynı oturumda söz alan DYP milletvekili Mehmet Ağar, bu tür ‘çetelerin’ gayri kanuni iş içerisinde bulunmadığını, zira bu tür görevlerin ‘bu tür kanun adamlarına’ devlet tarafından verildiğini, koruculuk eleştirilerinin aslında PKK söylemi olduğunu ve ‘Kürt orijinli vatandaşlarla’ bütünleşmek suretiyle ‘Güneydoğu sorununda’ gösterdikleri büyük başarıyı, Meclis üyelerine hatırlatır…
***
Muş’un Malazgirt ilçesine bağlı Nurettin Köyü’nün 1994’te korucular tarafından yakılması üzerine, AİHM’de Türkiye aleyhine açtıkları davayı kazanan köylülere 15 bin Sterlin tazminat ödeyen devlet, 2005 yılında, tazminatın geri tahsili için olaydan sorumlu koruculara rücu davası açar; oysa benzer durumlarda polis ya da jandarma aleyhine açılmış rücu davasına rastlanmaz.
***
Eylül 2002’de Milliyet Gazetesi’nde, Gökçer Tahincioğlu’nun “Korucular ‘O’halde kaldı” başlıklı haberinde, yaklaşık 70 bini bulan sayılarıyla, Türkiye’de asker ve polisten sonraki en büyük silahlı güç olan ve 1985’ten beri 23 bini çeşitli olaylardan dolayı ‘açığa alınan’ korucuların, son dönemde işledikleri suçlara ve özellikle köylerine geri dönen Kürtleri ketledildiklerine dair, çok sayıda örnek yer alır.
Korucuların karıştığı ve yargıya intikal eden suç tiplerinden bazıları şöyledir: “Gasp, soygun, adam öldürme-yaralama-kaçırma, patlayıcı madde kullanma, hırsızlık, zorla çek-senet imzalatma, ormanlarda yangın çıkarma, zirai mahsul ve otları yakma, dolandırıcılık, rüşvet, zimmet, çocuk kaçırma, rehin alma, tehdit, tecavüz, kadın ticareti uyuşturucu-silah-mühimmat-canlı hayvan-tarihi eser kaçaklılığı ve çevre suçları…”
***
Günlük Gazetesi’nin 12 Haziran 2010 tarihli haberinde, Mardin’in Derik ilçesine bağlı Derinsu köylülerine ait ekili arazilerin köy korucuları tarafından yakıldığı ve bu araziler üzerine ev yapıldığı iddiası yer alır. İddia sahibi köylüler, geçen sene de benzer sebeplerle korucuları şikayet ettiklerini, karakolda sorgulanan korucuların daha sonra serbest bırakıldığını, tapulu arazlerini terk etmeleri için kendilerine gözdağı verildiğini aktarırlar.
Aynı gazetenin 14 Haziran 2010 tarihli sayısında ise, kamu görevlileri, asker ve korucular tarafından gerçekleştirilen taciz ve tecavüz vakası haberlerine, bir yenisi daha eklenir. Diyarbakır’da babası da korucu olan 15 yaşındaki bir kız çocuğu, akrabası olan 6 korucu ve 1 hastane personeli tarafından üç yıldır maruz kaldığı tecavüzleri, karakol komutanı da dahil olmak üzere kendisine yönelik ‘diğer’ tecavüz girişimlerini ve 5 aylık hamile olduğunu anlatan bir mektup yazar.
Kızının korktuğu için resmen şikayette bulunmadığını, kızı adına savcılığa başvurmak istediğinde de kendisini bundan caydırmaya çalıştıklarını iddia eden baba ise şunları söyler:
“Devlet tarafından tutacak dalım kalmadı. Bundan sonra koruculuk yapmayacağım... Kızıma tecavüz edenler beni tehdit ediyor. Durumu yetkili kişilere anlattım. Onlar da benim silahımı güvenlik gerekçesiyle aldılar. Fakat beni tehdit edenlerin silahlarına dokunmadılar…”
***
1993-1995 yılları arasında Şırnak’ın Cizre ilçesinde işlenen 52 faili meçhul cinayetten sorumlu oldukları gerekçesiyle yargılanan ve aralarında JİTEM grup komutanı Albay Cemal Temizöz’ün de bulunduğu 7 sanığın Diyarbakır’daki ki duruşmasında, sanıklardan korucubaşı Kamil Atak, kendisi aleyhinde ifade veren mağdur yakınlarını ve tanıkları şu sözlerle tehdit eder:
“Benim oğlumun adı Tarih. Tarih, tarih yazacak… bu kadar rahat ifade vermesin kimse!”
Not: Bu yazının ikinci bölümü, iki ateş arasındaki ‘zoraki koruculuk’ ve mağduriyetler üzerine yazıldı.
@SibelYerdeniz