Sibel Yerdeniz

06 Ocak 2016

Taş olmuş ekmeğim, taş olmuş yüreğim, taş olmuş annem

"Annem 7 gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı biz 150 metre ilerisinde her saniye öldük"

1997 yılıydı sanırım, İstanbul’da bir Cuma namazı çıkışında yapılan protesto eylemine, polisin yaptığı ‘sert’ müdahaleyi izliyorduk televizyonlarımızdan. Polisler, slogan atan kalabalığı coplarla dağıtmaya çalışıyor, aralarından yakaladığı bir kaç tanesini de yaka paça polis otosuna doğru sürüklüyorlardı.

Eylemcilerden biri, başında takkesiyle otuzlarında bir adam, bir yandan sürüklenirken, diğer yandan sol elinde tuttuğu bir poşeti polise kaptırmamak için kıyasıya direniyordu. Ama tam minibüsün kapısından içeri itildiği anda poşet elinden kurtuldu ve içindeki bir kaç somun ekmek yere saçıldı. Adam içeriden kalabalığı yararak tüm gücüyle tekrar kapıya hamle yaptı ve polise doğru bağırdı: “Ekmeğim!” Polis elindeki copu hızla savurarak adamı tekrar içeriye itti ve o, çaresizlik içinde tekrar bağırdı, “Ekmeğim!” Ama her hamlesi ve sesi o kargaşa arasında boğulup gitti...

O gün hafızama kazınan bu görüntüler ekranlardan toplam otuz-kırk saniyede geçip gitmiş olmalı. Ama yıllardır her hatırladığımda -o gün olduğu gibi- boğazıma bir yumru oturur ve bir süre nefes alamam.

Camiden ekmeğiyle mi çıkmıştı o adam? Ekmek alacak başka parası mı yoktu cebinde? Evinde o iki-üç parça ekmeği dört gözle bekleyen aç çocukları mı vardı?

Bir kaç gün önce, Diyarbakır Suriçi’nde daracık bir sokakta; gaz, toz ve duman bulutu içinde sıkışmış, ekmek tepsisi bir yana, kendisi bir yana savrulmuş, tülbenti ile yüzünü korumaya çalışan bir kadın fotoğrafı düştü önümüze.

Zorbalıktan, yokluktan ve açlıktan bezgin, evde ağlaşan kim bilir kaç tane çocuğu az da olsa doyuracak bir parça ekmek uğruna sokağa çıkmayı göze alan bir kadının, hiçbir ideolojiyle, akılla, mantıkla, kelimelerle anlatılamayacak, açıklanamayacak olan görüntüsü.

Yıllar önce, polis otosundan dışarıya çaresizce “Ekmeğim!” diye bağıran o ’28 Şubat mağduru’ adam, bu Kürt kadınının halini görmüş müdür acaba?

Görmüşse ne düşünmüştür?

Fotoğrafın altına, “bu teröristlere yapılanlar az bile” mealindeki insanın kanını donduran o yorumlardan birini mi yazmıştır? Konuşmasına, “ama onlar da…” diye mi başlıyordur?

Sofrada elini ekmeğe uzattığında o günü -benim kadar berrak- hatırlıyor mudur? Namazını kılmak için Allah’ın huzurunda durduğunda içi rahat mıdır?

Ya da ruhunda adalet, inanç, masumiyet ve mağduriyet duygusunun dayandığı her şey çoktan parçalanmış mıdır?

Sokağa çıkma yasakları Sur'da 36., Cizre ve Silopi'de 24. gününe girdi.

Evlerde elektrik yok, su yok, yiyecek yok, ilaç yok, bebeklerin maması-sütü yok.Yalnızca aralıksız devam eden yasaklar, abluka, sefalet, yokluk ve şiddet var.

Sokaklarda hareket eden her şeye ateş eden robot-adamlar var. Sırf halk yoksunluk çeksin diye öldürülen tavuklar, inekler, koyunlar var. Çatılarda parçalanan su depoları var. Annelerinin karnında, dedelerinin kucağında kurşunlara hedef olan bebekler var. Sokaklardan günlerce kaldırılamayan ölü bedenler var. Evlerin duvarlarını yıkıp geçen ağır silahlar var; harap eden, yaralayan ve öldüren.

Evlerini terk etmeye zorlananlar; gidebilecek yeri, gücü, imkânı, akrabası, yol parası olanlar -yüce devletimizin orada görevlendirdiği 'özel' timler, polisler, askerler, kamu görevlileri eğer lûtfederlerse- beyaz bayraklarla ilçeyi terk edebiliyorlar. Ama hâlâ evlerinden ayrılmayan, ayrılamayan binlerce insan var. 21. yüzyılda, kendi topraklarında ve tüm dünyanın gözleri önünde cankırımına, zorbalığa ve işkenceye maruz kalan binlerce 'sivil' insan.

Onlara "Ben senin devletinim. Devlet geldi!" diyen adamlar tarafından üstelik...

Tüm bunlar, uzaklarda değil, başka bir coğrafyada, başka bir ülkede değil, burada, hep birlikte yaşadığımız -ya da yaşadığımızı sandığımız- bu ülkede gerçekleşiyor.

İşte bizim millet, vatandaş, halk, insanlar olarak -artık her ne olduğumuzu düşünüyorsak- dönüp dolaşıp geldiğimiz yer bugün yine burası. Bir büyük coğrafyanın halkları olarak çocuklarımıza ileride anlatacağımız hikâyemiz bu.

Kudretinden sual olunmayan bir 'Büyük Devlet'in çoktan tarih sayfalarına kazınmış, utanç verici dehşeti, acizliği ve sefaleti bu:

“Annem ilk vurulduğunda, haber verdiler koştuk, biz daha varmadan amcam yanına gitmek istemiş onu da vurmuşlar. Gittiğimde amcamı taşıyordu komşular, ‘annem?’ dedim ‘sokakta kaldı...’ dediler.

Yanına gitmek istedim tuttular, ağladım ağladım ağladım… Annem sokağın ortasında kaldı öylece, önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı…

Kimi aramadık ki vekilleri, kaymakamı, valiyi… Dedik öldü ölmesine de cenazemizi alalım…

Annem ne hissetti acaba, canı çok yanmış mıdır? Yanmıştır… Biz sevgi nedir hiç dile getirmezdik ama çocuklarına bir sarılması vardı dünyaya değerdi, binlerce söz anlatamazdı o sevgiyi…

Annem tam tamına 7 gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı biz 150 metre ilerisinde her saniye öldük…

Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlet de bize 7 günde bunu yaptı. 7 gün tam yedi gün annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın…

İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor… Annemin elleri kaskatı olmuş, öyle sıkmış ki eşarbını belli ki canı hayli acımış, öptüm ellerinden ‘helal et hakkını anne’ diye ama…

Kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü ki yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış sonra kurumuş, sonra taş olmuş annem…

Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem, saçları sertleşmiş, kirlenmiş, annemin canından can almışlar Allah’a inananlar! Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük, ayakları toplanmış bir takat gelsin diye belli ki çabalamış...

Benim annem... siz benim annemi öldürdünüz, çocuklarınız var mı bilmiyorum, sizin yoksa bile sahiplerinizin var, nasıl bir acı demeyeceğim zira ağır… 7 gün benim annem 7 gün kara kış soğuğunda kaldı, en acısı kaç saat yaralı kaldı bilememek, keşke diyorum, keşke hemen ölmüş olsa.

Siz benim annemi öldürdünüz...''

@SibelYerdeniz