Sibel Yerdeniz

18 Ocak 2013

Senin gözlerini çocuklara vereceğim…

'Hiç, bir cenaze töreninin bitmesini istemediğiniz oldu mu? Biraz sonra bitecek ve herkes kendi yoluna gidecek, dediğiniz...'

 

“Hiç, bir cenaze töreninin bitmesini istemediğiniz oldu mu? Biraz sonra bitecek ve herkes kendi yoluna gidecek, dediğiniz... O da gidecek ve sevmekten bir an bile vazgeçmediği toprağının en dibine gömülecek. Kendi toprağına; çocukluğunun anılarını, umutlarını, hayallerini ve özlemlerini bir araya topladığı yere...

Ama siz orada kalacaksınız. Şimdi binlercesiniz... O gidince kalabalık dağılacak ve yine tek başınıza kalakalacaksınız... Aslında hiç bir yakınlığınız yok ölenle. Yüz yüze hiç tanışmamışsınız. Sadece ortak bir kaderi, ortak bir karanlığı ve ortak bir çaresizliği paylaşıyor olmak sizi ona ‘ölümüne’ bağlayan.

Öyle bir bağ ki bu kopup giderken arkasından “Gitme!” diye bağıracak gücü bulsanız kendinizde; sanki sizi orada bırakıp da gidemeyecek...

Oysa bu bir kâbus ve her kâbusda olduğu gibi her şey bilinçdışının elinde. Bağırmak istiyorsunuz ama sesiniz çıkmıyor. Hayır aslında bağırıyorsunuz avaz avaz, çığlıklar atıyorsunuz ama kimse duymuyor. O da duymuyor ve gidiyor. Sanki ağzından çıkan sözün arkasında durmak istercesine gidiyor toprağına ve neredeyse koşarak...

Sizi birazdan uyanıveremeyeceğiniz bir kâbusun, bir düşün içine hapsederek gidiyor.

Yürürken içinize işleyen kış güneşi kaybolmuş, denizden esen rüzgâr içinizi ürpertiyor. Doğa bir çocuğunu daha bağrına basmaya hazırlanıyor. Siz dışarıda ağlıyorsunuz ve belki o da ‘içeride’...

O, onu uğurlamaya gelen binlercesinin göz yaşlarına ve çaresizliğine ağlıyor. Ellerini dizlerine koyamadığı, teselli edemediği halkına...

Siz gidenin ardından, orada kalmak zorunda olduğunuz ve artık hiç bir şekilde gidemeyecek olduğunuz için ağlıyorsunuz. Kaçma özgürlüğünüzü, vazgeçme arzunuzu onunla birlikte yitirmiş olmanıza... Artık kalacak ve savaşacaksınız. Başka yolunuz yok. O, bütün kaçış yollarını kapatıp gitti arkasından. Sizi insan olmanın mücadelesine hapsetti ve gitti.

Ne kadar çaresiz. Ne kadar acı. Ne kadar muhteşem...”

23 Ocak 2007’de yazdıklarımı okudum sonradan...

Hatırlıyorum, Unkapanı Köprüsü’nde durduk, durdum... Birlikte yürüdüğümüz binlerce insanın arasında durdum ve baktım. Sağıma, soluma, önüme, arkama... İlk defa kendimi ait hissettiğim bir aileye uzun uzun, uçsuz bucaksız baktım... Orada durup halkıma baktım ve bir an zaman da bizimle birlikte dursun istedim. Dursun ve bir daha hiç ilerlemesin.

Büyükannem Ermeni’ydi…

“Hayattaki bütün kötülükler bir hayat anlayışından ileri gelir,” derdi. O zamanlar çok küçüktüm ne demek istediğini anlamazdım. 

Gerçek büyükannem değildi ama çocuk yüreğim onu kendine büyükanne olarak seçmişti. Dünyanın en sevgili, en ‘büyük’ annesi…

Çocukluğumda yaşadığım evin dehşetinden ne zaman kaçsam, ya da ne zaman sokağa atılsam onun eteklerinin arasına sığınırdım. Bazen gücü yeterdi kollamaya, bazen yetmezdi. Ama asla ortada bırakmazdı.

Bir kaç yıl öncesine kadar hepimizin büyükannesiydi ama sonra ne olduysa bir tek benim büyükannem olmuştu. Oynarken düşüp üstümüzü parçaladığımızda, evde dayak yeme korkusuyla önce ona koşardık onarsın diye. Yaralarımızı o sarardı. Biz çocuklar onu çok severdik. O da, tıpkı annesi Araksi ve büyükannesi Anahit gibi yıllarca mahalle halkının dişlerini çekmiş, kırıklarını onarmış, bebeklerini  doğurtmuş ve gözyaşlarını silmişti.

1980 darbesinden sonra iki oğlu da, torunlarıyla birlikte Avrupa’ya göç etmişti. Politik değillerdi ama artık bu ülke yaşamak için son derece tekinsiz bir hale gelmişti yine...

O zamanlar anlamıyordum ama şimdi anlıyorum ki -en son- on iki eylül buldozer gibi geçmişti, bir arada hoşgörüyle yaşamak gibi sıradan ihtiyaçları olan, sıradan insanların, renksiz ama iyi niyetli hayatlarının üzerinden. Toplum yeni bir milliyetçilik ve din/islam ateşiyle kavruluyor, havale geçiriyordu. Bu sefer her ikisi birden servis ediliyordu. Geriye kaygı ve korku dışında hiç bir duyguya yer bırakmadan.

Karanlık, yapışkan, sinsi bir şey yavaş yavaş içimize yerleşmiş ve biz daha ne olduğunu anlamadan bir gecede ortaya çıkmıştı. Yine aynı senaryo tekrarlanıyordu. Zamanın ruhu sanki bir gecede değişmişti yine. Bir gecede insanlar evlerinden, ailelerinden, topraklarından, ait oldukları herşeyden kopartılmış, ülke yine mezbahaya dönmüştü.

Bir sabah uyanmıştık ve artık hiç bir şey eskisi gibi değildi. Üstelik bu sonuncusu öyle böyle bir değişim değildi, ölümcül ve sinsi bir gölge gibi yapışmıştı insanların ruhuna. Başka türlü benim çocukluğumun büyükannesi nasıl bir gecede gâvur, hain, yabancı ve uzak durmam gereken ‘tehlikeli’ bir insan olabilirdi ki?

Mahallenin çocukları birden kuran kurslarına gitmeye başladılar topluca; kurstan dönerken Romana’nın bahçesinin önünden geçerlerdi ve geçerken bahçeye mutlaka tükürürlerdi çünkü büyük ablalar, anneler öyle öğretmişti. Gâvurun bahçesi... Dehşetli gözlerle izlerdim olan biteni.

“Bir gün sen de gidecek misin?” diye sorma cesaretini bulamazdım, sığındığım odasında önüme koyduğu limonatayı ve rutubet kokulu kurabiyeleri gözyaşları içinde yerken. Ama o yine de açıklardı:

“Buradan asla ayrılmayacağım,  bu şehirdeki tek insan ben kalsam bile.  Burada nasıl yaşanacağını biliyorum, toprağının kokusunu,  suyunun  tadını, rüzgârının sesini biliyorum. Dünyada başka ne arayabilirim? Bunları bilmeyi ümit etmekten başka? Annem burada yaşadı. Onun annesi de. Ben burada yaşadım. Çocuklarımı burada büyüttüm. Kocamı burada gömdüm. Oraya gittim, kendimden hiç bir iz bulamadım anlıyor musun?”

Anlıyor muydum? Sekiz yaşındaydım... Neyi ne kadar anlıyordum bilmiyordum. Tek bildiğim eğer giderse çok ama çok yalnız kalacağımdı.

Hâlâ o limonatanın tadını, o rutubetli kurabiyelerin kokusunu arıyorum dünyanın bütün uzak ülkelerinde, bütün bahçelerinde, bütün köprülerinde, bütün ıhlamur ağaçlarının altında... durup sağıma soluma bakıyorum. Büyükannemden bir iz arıyorum yıllardır ama bulamıyorum. Yok...

Bir keresinde “… iyi de gidersek nereye gidecektik? … Avrupa ülkelerine gidip yaşamak harcım değil. Şunun şurasında, üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün ‘artık bitse de dönsem’ diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?” diye yazmıştı Hrant.

O zaman bu ‘özlem’Ini ve ısrarını anlayamamıştım. Kendimi hiç bir aileye, hiç bir coğrafyaya, hiç bir dine, dile, ırka, etnik kökene, hiç bir toprağa onun kadar ait hissetmemiştim o güne kadar. Anlayamazdım. Bilmiyordum.

O gün orada, Unkapanı Köprüsü’nde durup düşündüm. Eğer bir ailem varsa kendimi ait hissedeceğim, işte buradalar. Ortak bir etnik kimliğim, ulusum, milliyetim, dilim, dinim, toğrağım olması değil önemli olan -çünkü hiç birini biz seçmiyoruz- ama eğer varsa bir ailem, bir halkım işte burada onların arasındayım…

Hrant’ın, Rakel’e yazmış olduğu mektubu o öldükten sonra okudum:

“Ey sevgilim, ey aşkım! 
Sen var ya sen, hep uğruna mücadele ettiğim barıştın, huzurdun. 
Farklı olma hakkımın, eşit yaşama arzumun ve özgürlük sevdamın köküydün. 
Sen benim sonradan kazandığım sosyal bir hak değil, insan olma temelimdin.

Ta kendimdin, halimdin… Sığınağımdın.”

Rakel’in hafızalarımıza ve yüreğimize kazınan, “Ah Sevgilim!” diye başlayan mektubunu o günden sonra kaç kez okudum hatırlamıyorum:

“… İnsanların ve meleklerin dillerinden üstün olan, peygamberlikten üstün olan, bütün sırları bilmekten üstün olan, dağları yerinden oynatacak imandan üstün olan, varını yoğunu sadaka vermekten üstün olan, bedenini yakılmaya teslim etmekten üstün olan, yalnız ve yalnız sevgi girecek o cennete…

… Kimseyi kıskanmayan sevgi, kimsenin malında gözü olmayan sevgi, kimseyi öldürmeyen, kimseyi aşağılamayan sevgi, kardeşini kendinden üstün tutan sevgi, kendi hakkından vazgeçen sevgi, kin tutmayan sevgi, bağışlayan sevgi, kardeşinin hakkını savunan sevgi...

… Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevkü sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz…”

Bir bebekten katil yaratan karanlığa ışık tutmak için belki  de Romana’nın, Hrant ve Rakel’in kin tutmayan, ışığını asla karartmayan, ‘biraz anne, biraz kardeş, çokça sevgili’ gözleriyle bakmak gerekiyor hayata.

Onların gözlerini armağan etmek gerekiyor dünyanın bütün yalnız, sıkışmış, sevgisiz ve nefretle büyütülmeye çalışılan çocuklarına.

Şükrü Erbaş’ın kaleminden bir armağan’ ile...

“Senin gözlerini

Dağlardaki çocuklara vereceğim;

Çayır çimen kokusu rüzgârlar dolusu

Ocaklarda tüten hayal

Yıldızlı bir pencere bozkırın yoksulluğunda

Harran’a açılan balıklı göl

Biraz anne, biraz kardeş

Çokça sevgili

Gözlerini senin, çocuklara

Sevsinler diye birazcık kendilerini…

 

Senin gözlerini

Çocuklara vereceğim kentlerdeki;

Onurlu ve uzak

Hilesiz ve çıplak

Bir su damlasından korunaksız

Ay ışığına ilmekler atan

Ebruli, derin

Bal kıvamında bir gizem

Biraz dost, biraz sitem

Çokça sevgili

Çocuklara, gözlerini senin

Sevsinler diye birazcık başkalarını…

 

Senin gözlerini

Evlerdeki çocuklara vereceğim;

Bulanık, huysuz

Kirpikleri odalarda kıvrım kıvrım yollar

Halkalanmış acı su

 

Bir kısılmış bir çözümsüz rüzgâr

Biraz öfke, biraz naz

Çokça sevgili

Gözlerini senin, çocuklara

Sevsinler diye birazcık ömürlerini...”

 

19 Ocak’ta saat 13:30’da Şişli’de, 15:00’de Agos önünde, vurulduğumuz yerde...