Sibel Yerdeniz

27 Aralık 2012

ROBOSKİ, ROBOSKİ, ROBOSKİ…

Pazartesi günü \'Uludere Devletle Barıştı\' manşeti atan Akşam Gazetesi \"PKK baskısına rağmen Uludere devlete sırtını dönmedi\" diyor ve ailelere yapılan ‘devlet’ yardımlarını sıralıyordu

Pazartesi günü  ‘Uludere Devletle Barıştı’ manşeti atan Akşam Gazetesi “PKK baskısına rağmen Uludere devlete sırtını dönmedi” diyor ve ailelere yapılan ‘devlet’ yardımlarını sıralıyordu. Habere göre, aileler bu yardımları ‘minnet ve şükranla’ kabul etmişler ve 28 Aralık ‘Roboski katliamı’nın yıl dönümünde Vali’yi de aralarında görmek istemişler.

Bu kadar kolaymış demek ki barışmak, Başbakan ve devlet erkânı boşuna sancılanmış bunca zaman. Devletin onca yetkisi, gücü, parası varken mümkün mü barışmamak?

Katliamda yakınlarını kaybeden Ferhat Encü   “Katliamın yapıldığı günden bu yana devlet, bu olayı unutturmak, aileleri yalnızlaştırmak için her türlü baskıyı yaptı. Bir yıldır katiller ortada yok. Haberde bahsedilenler doğru değil. Biz failler bulunmadan, katiller ortaya çıkarılmadan bu devletle barışmayacağız” diyor.

Uludere raporu bir yıldır hazırlanamadı derken, dün  Meclis Araştırma Komisyonu taslak raporu ortaya çıktı. Raporda, "Genelkurmay talimat vermiş olabilir. Genelkurmay tüm belgeleri paylaşmadı" deniliyor. Sonuç “Kasıt yok, zincirleme hata var!”

Sonuç şu; hâlâ bilmiyoruz ölüm fermanının altında kimin ya da kimlerin imzası var.

Geçen hafta başında önce Ali Babacan konuştu:

Uludere'yi bir fırsat olarak görmek, bunu siyasi istismar aracı yapmak sorumlu, sağlıklı siyaset olamaz. Unutmayalım ki daha önce biz bir Gediktepe vakası yaşadık. Sivil vatandaş zannedilenler terörist çıktı, şehitler verdik, bedel ödedik. İstismarcılar ve fırsatçılar ellerini çektiğinde, Uludere çok daha hızlı bir şekilde aydınlanacak.

Yani bunca zamandır aydınlanamamasının nedeni istismarcılar.

‘Vur emri’ni kimin verdiği değil ama ölenlerden birkaçının terörle bağlantısı çıkacak rapordan diye bekliyordum. Hâlâ da bekliyorum. Tabii biraz vakit alıyor, çocukları İstanbul’un göbeğinde poşu ya da yumurtayla yakalamaya benzemiyor. Şıp diye bu ‘terörist’ diyemiyorsun. Üstelik bir de peşinen öldürmüşsün...

Yoksa akıl kârı mı ‘zincirleme’ hata sonucu onca F16’yı seferber etmek, onca insanı öldürmek...

İşin içinde ‘terör’ varsa -ki ihtimali bile yetiyor yakıp yok etmeye- o zaman kurunun yanında yaş da yanmış olacak. Yani özür filan dilenmesi gerekmeyecek...

Başbakan sorulunca lütfediyor “gerekirse özür dileriz” diyor.

Cuma gecesi Başbakan,  NTV-Star televizyona konuk oldu:

"Biz AK Parti iktidarı olarak hep yaşatmanın gayreti içerinde olduk, diye başladı söze.

Her açıklamasından sonra, Roboski’de ölenlerin yakınlarının söyledikleri geçti aklımdan.

Nadirin babası, Sadık Alma “Köylüyüz dağlarda yaşarız.Toprak verimsiz. Dağ başında iş yok. Kaçağa gideriz, sadece aç kalmayalım, diye... Allah biliyor. İnsanlarımız biliyor. Devlet ‘ölün’ bu işi yapmayın dedi...”

'Bu olayı bu kadar basite indirgemeyelim. İkide bir sivil vatandaş diyoruz. Terör örgütünün mensubu da sivildir. Ama o sivil görüntü altında teröristtir. Bunu da görmemiz lazım. Burada 34'ü de böyledir diyemeyiz ama müsaade edin yargı kararlarını bekleyelim.

Yükselin babası Abdurrahman Ürek “Bize ‘terörist’ demiş Sayın Başbakan... Biz terörist değiliz, biz halkız...”

Medyanın da çok büyük vebali var. Bir yıldır herkes Uludere'yi gündemde tutuyor.

Şervan’ın babası Nazmi Encü  “Şervan Roboski Karakolu’nda dünyaya geldi, bize zulmediyorlardı, köyümüz boşaltılmıştı, hayali gözümün önünden gitmiyor, ‘yılbaşı için kendime harçlık biriktireceğim’ dedi kalktı ve gitti... katliamın olduğu yere gittiğimde oğlumu ayakkabılarından tanıdım, başı bedeninde değildi, kolu kopmuştu... Kimsenin başına gelmesin. Bize büyük haksızlık yaptılar, zulmettiler...

'Bir hareket var. Katırları ve insanları görüyorsunuz ama bu insanların sadece hareketini izliyorsunuz. Katırların üstü örtülü. Altında ne var tespit edemiyorsunuz...''

Osman’ın karısı Pakize Kaplan “Kocam yetim büyümüştü, çocuklarını çok severdi... ‘Yoksulluğun işkencesini onlara çektirmeyeceğim,’ derdi. On lira için akşama kadar çalışırdı. Sabah dörtte çıkıp akşam onda gelirdi. Eve gelince ağzına bir lokmayı zor atardı. Oturup sohbet edemezdik, pikniğe gidemezdik. Gittiği akşam çocuklara, ‘yatmayın size eşya, yiyecek getireceğim’ dedi, çocuklar ‘babam yiyecek getirecek’ diye yatmadılar, beklediler...”

Bu kaçakçıdır, bu teröristtir, değerlendirmesini ilgili mercilerin o anda yapması mümkün değil. Orası terör bölgesi.

Selam’ın annesi Semire Encü  “Askerin yolunu tuttuğunu öğrenince oğlumun peşinden hududa gittim. Çok kar vardı. Üstüme bir şey almadan, ayaklarımda terlikle... Yolda terliğim de koptu. Sınır boyunda heronlar tepemizde uçuşuyordu. Her gelen yüze feneri tutuyordum, oğlum mudur diye... “Oğlunun cesedi sınırın öte yanında,” dediler. Kendimi yanan ateşlerin üstüne attım, bırakmadılar, yetişemedim... Ayağının bir parçasını gördüm hastanede, oradan tanıdım...”

“İlgili güvenlik güçlerimiz sorulması gereken merciye sormuşlardır, verilen kararla görevlerinin gereğini yerine getirmişlerdir. Bu tür işlerde hata payı olmaz mı? Her zaman olur''

Aslan’ın annesi Zahide Encü  Aslan’ım iki defa gitti, sadece iki bidon mazot getirdi. Aslan’ımı gömdükten beş gün sonra kolu bulundu; ben onu insanlara, kameralara göstermek istedim, bütün dünya devletleri görsün istedim, imam ve köylüler benden saklamış götürüp mezarına koymuşlar... İşte ben hakimim yargılıyorum; iki bidon mazotun cezası iki gün hapistir, uçaklarla parçalamak değil... Fakirdiler, fakir çocuğuydular, iki bidon mazot hiç bir şey değildir... Şimdi mazot gördüğümde diyorum ki bu düşmanımdır, gözüm görmesin, bana göstermeyin, kendimi yakarım...”

Varsa yoksa Uludere Bunu zorla gündemde tutmaya çalışan terör örgütü ve uzantılarıdır.

Fadıl’ın annesi Azime Encü  “Kimseye bir zararı olmayan çocuklara bunları yapmaya hakları yoktu. Oğlum benden para istediğinde bir lira bile veremiyordum. Oğlum iki bidon mazot için gitmiyordu, ekmek için gidiyordu; biz fakiriz...”

Temennim odur ki milletin huzurunu kimse kaçırmasın. Kan üzerinden kimse beslenmesin.''

Cemalin annesi  Hazal Encü  “Okuldan gelir gelmez ‘kantinden bir şey alamıyorum, açlıktan başım dönüyor anne’ derdi... 50 lira borcu birikmiş ödeyememiş kantine, o gece kaçağa gitmek istedi, borcumu ödeyeceğim, dedi. Oğlum üç saat boyunca karın üstünde can çekişmiş. Oğlumu bir semere sarmışlardı. O semer rüyalarıma giriyor, iki günde bir giriyor...”

Ortada netice çıkmadan kalkıyor terör örgütü veya uzantıları bize illa sen özür dileyeceksin. İleride niye olmasın…”

Erkan’ın annesi Felek Encü “Benim çocuğumu, o dağda, o sınırda katlettiler. On üç yaşındaydı. Morgda yüzünü görmek istedim, yalvardılar, engel oldular; ‘o halde görmeye dayanamazsın, yapma’ dediler. Eldivenlerini sıyırıp ellerini öptüm, dört-beş çorap giydirmiştim üst üste ayakları üşümesin diye, onları çıkarıp ayaklarını öptüm, öptüm... ben oğluma doyamadım...”

İleride ‘gerekirse’ özür dileyecek Başbakan...

Bu ne amansız kibir, bu ne dehşetli hesap?

İnsanların acısına ortak olmayı, acıyı anlamayı, bir zafiyet olarak değerlendiren bu nasıl bir politik bilinç?

“Orada, 34 insanın içinde, tek bir masum çocuğu bile istemeden, hata sonucu öldürmüşsek, bu ihtimal için bile ben bu annelerden ve babalardan tüm kalbimle ve insanlık adına özür diliyorum” diyememek…

Açık yürekli bir yüzleşmeyi, korkakça bir yüzleşmeden ayıran şey nedir?

Kim olduklarından emin olamayacağını söylediğin bir insan kafilesinin üzerine 5 tane F16 yolluyorsun; biriyle yapamayacağın neyi yapmaya çalışıyorsun? Bu nasıl bir savunma stratejisi, nasıl bir yok etme iştahı, nasıl bir güç gösterisi?

İhmal, istihbarat hatası, basiret bağlanması ya da  korkunun, öfkenin, erkin zehirlediği akıl… Hangisi?

Bu kadar soğukkanlıkla bu sözleri sarfedebilmek ne anlama geliyor? Halkına bunca yabancılaşırken kendine de yabancılaşmaz mı insan; içinde insana dair ne varsa yabancılaşmaz mı?

Siz Sayın Başbakan adaletin neresinde duruyorsunuz; önünde, arkasında, yanında? Siz nerede duruyorsunuz ki biz kibirden, öfkeden, zalimlikten başka bir şey göremiyoruz?

Bu insanlar için sadece gerçeğin ve samimiyetin önemli olduğunu anlamıyor musunuz?

Bu kadar zor mu insanla, gerçeklikle, yaşama dair olanla ilişki kurmak?

İnsanların onurlarını kırmadan, acı çektirmeden, göz dağı vermeden onlarla barışmanın bir yolu yok mu?

Yapılanlar için minnettarlık mı duymalılar? Sizin olmayanla, devletin bütün imkânlarıyla aslında çoktan yapmış olmanız gereken şeyleri yaptınız ve ‘sorun’ çözüldü öyle mi?

İnsanları, hoşgörürken bile incitmeye meyleden bir akılla ‘yaradandan’ dolayı sevmek yetmiyor.

Gerçeğin ne olduğunu biz bilemeyiz. Orada değildik. En doğrusunu yaşayanlar bilir.

Bir de Başbakan elbette…

Bu annelerin ve babaların gerçeği bilmeye hakları var. Bizim de var.

Yatıp kalkıp ‘Uludere’ diyorsak rüyalarımızı kabusa çeviren parçalanmış çocuk bedenleri gördüğümüz içindir. Her gün göz yaşıyla, kanla, ızdırapla yıkanıyor beyinlerimiz.

Ölü çocukların anneleri tazminatı kabul etmiyorlar, “Fakir olabiliriz, ekmeğimiz olmayabilir ama biz o tazminatı almayacağız, bizim çocuğumuz satılık değil. Kan parası istemiyoruz, suçluların cezasını çekmesini istiyoruz…” diyorlar.

Sadece gerçeği bilmek istiyorlar. Adalet istiyorlar.

Roboski değil, Uludere ne demek Roboski! diyor Başbakan.

Ama gel gör ki Roboski, Roboski, Roboski…