Sibel Yerdeniz

17 Mayıs 2014

Oğlum, hakkını helal et...

Seni bu kadar küçük yaşta bırakıp gitmek ağrıma gidiyor oğlum. Çocuk beşiğinde, koskoca bir adam olduğunu düşünmek ağrıma gidiyor

Çalışmaya mecburduk. Maden işçiliği ata mesleğimizdi.

Dedemin babasını Makedonya’dan getirip zorla çalıştırmışlar önce. Köle gibi. Bir yanda Osmanlı düzeni, öte yanda Alman sermayedarları el birliğiyle çökmüşler işçilerin üstüne. Kaçsa sonu ölüm, hiç denememiş.

İş o kadar zahmetliymiş ki bir ay çalıştırıp bir ay köye yollarlarmış, dinlenip kendine gelsin diye. O vakitler yapılan ilk grevlere katılmış ya kâr etmemiş. Çok yaşamamış zaten.

Dedem da önceleri madenciliğe direnmiş. Çıraklıktan başlayıp kömür ocaklarında her ayakta çalışmış. Sonra dayanamamış at sırtında Sinop’a kaçmış. Devlet, jandarma zoruyla geri getirtmiş.

İşçiler, önceleri kuyu başlarındaki barakalarda yaşarlarmış. Açlık bir yandan, verem, tifo, kolera bir yandan. Hastalıkla baş edemeyince, çalışacak işçi bulamayan patronlar onları lojmanlara taşımak zorunda kalmışlar.

Her maden işçisi gibi dedem de, kuyularda defalarca mahsur kalmış. En sonuncusunun nedeni grizuymuş. Patlayınca, kapkara bir duman sarmış etrafı. Açılan bir borudan gelen havayla hayatta kalmış. Sekiz arkadaşını kaybetmiş o gün. Her seferinde kahrolurdu, anlatırken. Çocuk yüreğim ezilirdi, korkuyla titrerdim dinlerken.

Dedem öldüğünde dokuz yaşındaydım. Binlerce işçinin katıldığı cenazesinde, ağlamadım. Kendimi tuttum. Ama bazen okul dönüşlerinde, salon kapısını açarken elim titrerdi. Onu, her zaman oturduğu koltukta bulmak isterdim. Orada olsun ve yine bana hikâyeler anlatsın.

Bizim buralarda her dedenin torununa anlatacağı hikâyeler vardır. Ama her adama dede olmak nasip olmaz. Benim babama da olmamıştı...

Babalar, çocuklarına hikâyelerini anlatmazlar. İş dönüşleri kıpırdayacak halleri olmaz çünkü. Benim babam çok severdi çalışmayı da, çalışan adamı da. Çalışmayana ‘yaramaz’ derdi.

İlkokulu bitirdiğim yaz çalışma hevesime ve ısrarlarıma dayanamayıp beni ustama teslim etmişti. O kadar çelimsizdim ki, çalıştığım fırının ambarındaki çuvalları taşıyamaz, kütükleri ocağa yuvarlayamaz, poğaça hamurunu karamazdım. İki kez tezgâhın altında bulduğum paraları dükkâna dönen ustama verince, beni kasaya geçirdi. Uyku mahmuru, renk renk gözleri tanımayı orada öğrendim. Parası çıkışmadığı için kucağındaki ekmeklerin birini, tezgâha sessizce geri bırakan teyzelerin mahcubiyeti, benim de utancım oluverdi.

Öğlene doğru harçlığım alıp, kollarım dolu dışarı çıktığımda, annem arnavutkaldırımı sokağımızın ucunda, başını hafifçe yana eğip kucağımdaki ekmeklerle yürümemi seyrederdi ve ben o an hiç bitmesin isterdim.

Ortaokula başladığım sene tedirgindi sokağımız. Özelleştirmelerden, işten atılacak işçilerden bahsediliyordu. Çocuklardan gizlenen bütün sohbetlerin konusu işsiz kalma korkusuydu.

Her hafta Osman ustama dergi bırakan liseliler, babalarını, amcalarını, ağabeylerini yani kasabamızdaki tüm işçileri direnişe çağırıyorlardı. Karşı çıkan yoktu. Yine de herkes nefesini tutmuş, sendikada günlerce süren işçi toplantılarından çıkacak sonucu bekliyordu.

İşçiler, cenazeden düğünlere, vardiya çıkışlarından sendika şubesine dek, her yerde Ankara’dan birilerinin kasabamıza gelerek, özelleştirilecek ocakları tespit ettiklerini konuşuyorlardı. Herkes çare arıyor, direniş, barikat, yürüyüş gibi sözcükler fısıldanıyordu.

Bir sabah çocuklarını eve bırakan Madenci Sokağı sakinleri, kasabanın diğer işçileriyle greve çıktıklarında kar hâlâ yerdeydi. O soğukta, polis barikatlarını aşa aşa Mengen’e kadar yürüdüler. Televizyonda görmüştüm babamı. Soluğundan aşan dumanın ardındaydı yüzü. Diğerleri gibi yumruğunu kaldırmış, adeta sulusepken yağan karı dövüyordu.

Babamı en çok, hafızama kazınmış o görüntüsüyle hatırlarım.

Aynı yıl babam, 1 Mayıs mitingine katıldığı Ankara’dan döndükten sonra madende, yerin dört yüz metre altında çalışırken meydana gelen kazada, beş arkadaşıyla birlikte mahsur kaldı. Babamı bir gün sonra çıkarttıklarında gözlerinde ölümün ürküntüsü vardı. Dört arkadaşı da ölmüştü. Kaburgaları çatlamış, mucize eseri kurtulmuştu. Hastanede bize sarılıp sarılıp ağladı.

Tekrar ocağa indiğinde, neredeyse bütün vardiya dönüşlerinde uyuduğumuz odaya gelir, kardeşimle beni öper, madenlerde bir kaza haberi duyduğumuz gecelerde, bizimle uyurdu.

Kazadan sonra bir daha eskisi gibi olamadı. Giderek daha yorgun, daha çökmüş görüyordum babamı. Emeklilik için gün sayıyordu. İkramiyesini alınca Samsun’a taşınacaktık. Umudunu çocuklarına bağlamıştı. Hiç değilse bizler okuyup, kendimizi kurtaracaktık.

Kanlı öksürük o sıralarda başladı. Annemin ‘doktora görün’ ısrarlarına kulak asmadı. Hastaneye yatırıldığında artık çok geçti. “Ciğerleri bitmiş... insafı yoktur kömür tozunun, Allah sabır versin hanım,” demişti doktor.

Hastane yatağında annemin bir mendille sık sık sildiği, derisi kararmış, yarı aralık ağzında ve çukura kaçmış gözlerinde ölümün gölgesi vardı. Acılarını azaltmak için morfin veriyorlardı. Öldüğünde emekliliğine bir gün kalmıştı.

Bizde komşu ziyaretlerinin konusu hep aynıydı. Annemin o günlerde sık sık söylediği gibi “iki çocukla bir başıma ne yaparım ben...”

Daha düne kadar babamı evden ‘selametle’ uğurlayıp, iş dönüşlerinde ‘geçmiş olsun’ diyerek karşılayan annem. Babam hayattayken evi, çocuklarını, çarşıyı-pazarı büyük bir maharetle çekip çeviren annem. Şimdi erken ağaran saçları, susuz kalmış çiçekler gibi kurumuş, kararmış teni, kısılmış sesi, küçülmüş gözbebekleriyle diğer tüm o dul kadınlardan biri...

Fırındaysam ustamdan izin alır annemin pazar çantalarını taşımasına yardım ederdim. Bana uzattığı çikolatanın yarısını kardeşim Nazlı’ya ayırmama sevinir, yanaklarımı öper, el çantasından çıkardığı bozukluklarla kendime bir çikolata daha almamı söylerdi. Onun bu cömert sevgisi yüzümü kızartırdı ama çocuktum; annemin uzattığı her ilk çikolatayı, gelecek ikinci çikolatayı hesaplayarak bölmekten alıkoyamazdım kendimi...

Babaları ölünce büyürmüş oğullar. Ben de babamın öldüğü gün büyüdüm. Evimizin erkeği oldum. On beş yaşında koskoca bir adam.

Ama yapamadım. Babamın umudunu koruyamadım. Okuyamadım. Çalışmaya mecburdum. Askerden dönünce, özelleştirilen ocaklardan birinde işe başladım. Ben de kazmacıydım, babam ve dedem gibi.

Ocakların yeni sahipleri büyüdükçe büyüdü. Yaşadığım şehir artık bir ölüm kenti gibi geliyordu bana. Neredeyse her gün bir arkadaşımızın tabutunu omuzluyorduk.

Sonra krizler, sonra toplu işten çıkarmalar geldi. Beş yıl önce gözden çıkarılanların arasındaydım ben de. Çoğumuz başka şehirlere taşındık. Çalışmaya mecburduk.

En son iki yıl önce gitmiştim kasabamıza; çocukluğumun sinema binası harap, yırtık afişlerle kaplı eski duvarları. Şimdi çoğu çoluk çocuğa karışan gençlerin duvarlara yazdıkları sloganlar güç bela okunuyor. Sokaklarımız bakımsız. Kapı önlerinde çiçeklere konuşan kadınlar artık yok. Armutcuk sahilinde artık başkaları güneşleniyor. Maden işçisine hiç bir yerde güneş yüzü yok...

Çalışmak için geldiğim bu şehirde de hiç güneş yüzü görmedim oğlum... Sonra sen doğdun. Evimizin güneşi oldun...

Sen doğduktan sonra babamın fotoğraflarına daha sık bakar oldum. O siyah-beyaz fotoğraflardaki ailemize bakarken o kadar uzak ve ulaşılmaz gelirdi ki her şey. Geride kalanları özlemek kâr etmiyor oğlum.

Emekli olduğumda babamın hayalini gerçekleştirecektim. Senin büyüyüp, okuyup, kendini kurtardığını görecektim. Babama verdiğim sözü böylece tutmuş olacaktım.

Annen, her gün olduğu gibi bugün de beni ‘selametle’ uğurlamıştı. Ocağa inmeden baretimi taktım, lambamı alıp kafese girdim, belimdeki rikeni kontrol ettim. Aşağı inerken her gün onlarca kez gözlerimin önüne gelen çocuk yüzünü okşadım içimden. Hep yaptığım gibi kadere bir zar attım ve bugün de bu karanlık kuyunun babana mezar olmamasını diledim.

Bir anda koptu her şey. Bir yerlerde büyüyen, kıvrılan, eğilen, bükülen alevler bir anda ortaya çıktı. Karanlıktan da karanlık duman bir anda etrafımızı sardı. Nefesimize karışıp ciğerlerimizi yaktı.

Biraz daha büyüdüğünü görseydim, dedim içimden. Sadece bir kaç yıl daha... Eminim dedenin anlatmak istediği çok hikâye vardı torununa; hepsini ben anlatacaktım sana. Babanın, dedenin, onun babasının ve bütün o onurlu maden işçilerinin hikâyelerini. Bizim hikâyelerimizi...

Oğullar, babaları öldüğü gün büyürmüş. Seni bu kadar küçük yaşta bırakıp gitmek ağrıma gidiyor oğlum. Çocuk gülüşünle, koskoca bir adam olduğunu düşünmek ağrıma gidiyor.

Sana, şu kısacık anda ne bırakabilirim diye düşündüm... kendi babamın hiç gözümün önünden gitmeyen havaya kalkmış sıkılı yumruğu ve o yumruğun içindeki bir avuç umuttan başka?

Vaktinden önce ölmüş bir babanın geride bırakacağı, o kahredici, o kırılıp dökülmüş gelecekten başka?

O son anda, kararmış avuçlarına sıkıştırabileceği bir kaç kelimeden başka?

“Oğlum, hakkını helal et...”

 

@SibelYerdeniz

 

 

** Madenci Sokağı (Bütün madenci hikâyeleri birbirine benzer. Hikâyenin gerçek sahibi Sami Özbil’e saygıyla...)