Sibel Yerdeniz

17 Mart 2014

Kurşundan ağır, ekmekten hafif

Başbakan Erdoğan’ı sözcük sözcük toplayın; ekranlardan, gazete sayfalarından, miting alanlarından, balkonlardan, kürsülerden,‘tape’lerden… toplayın ve ondan anlaşılır bir cümle kurun:

Başbakan Erdoğan’ı sözcük sözcük toplayın; ekranlardan, gazete sayfalarından, miting alanlarından, balkonlardan, kürsülerden,tape’lerden… toplayın ve ondan anlaşılır bir cümle kurun:

Aklın ve vicdanın ‘sağlam irade’ tarafından boğulması.

Nefretin, hırsın, kibrin, korkunun, gücün zehirlediği akıl. 

Hangisi?

İrlandalı nöropsikoloji uzmanı Prof. Dr. Ian Robertson “İnsanlık tarihi göstermiştir ki ‘güç ve başarı’ uzun süre maruz kalındığında beyinde değişiklik yaptığı bilinen en güçlü etkenlerdir. Erdoğan’ın Gezi Parkı eylemlerine karşı sergilediği tepkilere bakınca, onun da bu duruma direnemediğini ve beyninin sakatlandığını görüyoruz…” demişti.

Geçen hafta, Karşı Gazetesi'nde yer alan röportajında Nöroşirurji uzmanı Doç. Dr. Hakan Erdoğan “Vicdanıyla kavgaya giren adam, dünyanın en tehlikeli adamıdır. Başbakan Erdoğan zor bir görev edinmiş. O da kendi vicdanı yok etmek..." diyordu.

Bir ülkenin kaderine hükmediyor olsaydınız, siz ne yapardınız?

Hayatı insanlar için yaşanır kılan her şeyi ters yüz edip, halkınızı sürekli bir din, devlet ve ahlak terörü altında yaşamaya mı mahkûm ederdiniz?

Bütün idealiniz, hiç bir direniş göstermeden iradenizi kabullenen, korkuyla sindirilmiş, ruhsuzlaşmış, kişisel özgürlükleri ve yaşama sevinçleri budanmış insanlar topluluğunu yönetmek mi olurdu?

Kendi çocuklarınızın kanından bir ülke destanı mı yazardınız?

“Beyinlerindeki sakatlanmanın güçlü liderler üzerinde yarattığı tahribat,  ‘benden sonrası tufan’ sözlerinde vücut bulur. Bu durumda siyasi lider, koltuğu bırakmamak adına ülkede büyük bir karmaşayı, hatta iç savaşı bile göze alabilir…” diye devam ediyordu sözlerine doktor Robertson.

Başbakan, Gezi direnişi sürecinde ‘can havliyle’ koştuğu meydanlara, seçim çalışmaları adı altında bir kez daha aynı ruh haliyle koşuyor.

Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor.

O konuştukça iyiler ve kötüler, doğrular ve yanlışlar birbirine giriyor. Olan her şey, olduğundan başka bir şeye dönüşüyor.

Normallik ve sapkınlık, masumiyet ve günahkârlık, zorbalık ve mağduriyet, yasallık ve yasa dışılık… Her şey ondan soruluyor.

“Kahire’de 18 yaşındaki Esma kızımızın şehit edilmesini inanıyorum ki 30 Mart akşamı alınacak netice ruhunu şad edecektir...” 

“O Burak yavrumuzun ne günahı vardı? Sadece evinin önünde olan bu yavruyu orada şehit ediyorlar…”

“Ekmek almaya giden çocuk… Ne ekmek alması ne alakası var?”

Ahlaki iki yüzlülük, hiç bir anlam taşımayan klişe ve genellemeler, sahte merhamet, inkâr, iftira ve nihayet kötülük...

Başbakan’ın bu hali yeni mi?

Hakkındaki onlarca gözaltında tecavüz ve işkence iddiası bulunan emniyet amirinin terfisini cansiperane savunmuş; mağdur kadınlar ile ilgili ama onlar da ‘terörist’ti diyebilmiş bir insan var karşımızda.

Kendi saadeti, çıkarları ve idealleri söz konusu olduğunda aynı ‘emniyet’i bir gecede hallaç pamuğu gibi atmış bir adam.

Kim terörist?

Bu ülkenin kaderine hükmeden ‘Başbakan’ siz olsaydınız ne yapardınız?

Adalete karşı kullanmak için adaletin dilini, merhamete karşı kullanmak için merhametin dilini mi çalardınız?

Başbakan Erdoğan gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor.

Sonuç olarak bize tek bir şey söylüyor; “kişisel hırslarım ve çıkarlarım uğruna bu halka ödetmeyi göze alamayacağım hiç bir bedel yok…” diyor.

Başbakan’ın hırsından, hıncından, nefretinden sakınabilmek için ‘on beşinde’ ölmek yetmiyor.

Dokuz ay boyunca yoğun bakım kapısının önünde, doktorların ağzından çıkacak iki kelimeyi beklerken ölüp ölüp dirilen anne babalar olmak yetmiyor.

Çocukları toprağın altına gömmek, annelerin ciğerlerini sökmek yetmiyor.

Berkin’in cenazesinin ertesi günü Başbakan hedef gösteriyor, partisinin gençleri sokağa dökülüyor:

"Buraklar burada, Berkinler nerede?"

Ne Burak burada, ne de Berkin. Her ikisi de mezarda..

Bu memleketin Başbakanı, yaşamın birleştirici gücünü; aklı ve vicdanı, iyilik ve merhameti reddettiği  için, Mehmet, Mustafa, Abdullah, Ahmet, Ethem, Medeni, Ali İsmail, Burakcan, Berkin… burada değiller.

Ülkesini kinle, nefretle, hasetle, kibirle, düşmanlıkla yönettiği için. Sağlam bir iradenin, bir ülkeyi yönetmeye yeterli olduğunu düşündüğü için.

“Kurşundan ağır, ekmekten hafifti…” diyor Berkin’in tabutunu yürekleriyle tartıp, başlarının üstünde taşıyanlar.

“Her şeye rağmen yaşasaydı. Bir bebek gibi bakmaya razı olurduk ona...”

diyor babası.

“Dokuz ay boyunca o uyanacak diye umutla bekledim. Yatağının başında, hastane koridorlarında, duvar önlerinde hep bekledim. Ama Berkin’im gelmedi. Doktorlar, onu yaşatmak için ağır ilaçlar kullanmak zorunda kaldılar. Küçücük bedeni bu kadar ağır yükü kaldıramadı. Aylarca direndi. Hep gözlerini açmasını, bana bakmasını, elimi tutmasını umutla bekledim. Ama olmadı… Bunlar din diye diye yanıyorlar; ama dinleri yok. Bir çocuk taş atsa da, çalsa da, küfür etse de masumdur. Onlar din nedir bilmiyorlar. Dini bilen bir insan vicdanlıdır. Dinde hiç vicdansızlık olur mu? Dinde hiç masum bir çocuğu vurmak olur mu?..” diyor annesi.

Tarih, din ile devlet halvetinin her zaman baskı ve zulümle sonuçlandığını gösteren örneklerle doludur.

Bir din, günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi iktidarın maşası haline gelirse bir toplumun ancak başını yer.

Bugünün Türkiye’sinin bir adım ilerisi, Suriye tanıklığımızdır:

Bir diktatörün, iktidarını koruma uğruna ülkesini cehenneme çevirmeyi göze almasıdır.

Bir dinin ‘insanları boğazlamak’ için zalimlerin maşası haline getirilmesidir.

Dindar bir insan değilim. Çocukları, bu kadar karanlık bir dünyanın bağrına yollayan bir yaratıcıyı, ‘esirgeyen Tanrı’ düşüncesiyle bağdaştıramıyorum.

Ama ‘din’ler insana aslen ne söyler, ne bekler, neyi referans alır, bildiğimi düşünüyorum. Bir parça muhakeme yeteneği olan her insanın bilebileceği gibi.

Eğer bir ‘hesap’ günü varsa o gün kainatın yaratıcı gücü, söylediklerinizin değil ‘yaptıklarınızın’ hesabını soracak size.

Siz ona “Allahım biz seninleydik. Sana hizmet ettik. Senin emirlerini yerine getirdik. Senin istediklerini öğrettik. Sana itaat ettik. Bütün o çocukları senin için öldürdük, abdestli ellerimizle senin için ateş ettik, oruçlu ayaklarımızla senin için tekmeledik, dualı ağızlarımızla senin için yalan söyledik… Senin içindi o silahların, o katliamların, o zorbalıkların hepsi; bütün o akan kanlar, gözyaşları… hepsi senin içindi” dediğinizde size;

“Sonsuza kadar lanet olsun size, katiller!..” diyecek.

@SibelYerdeniz