Sibel Yerdeniz

03 Mayıs 2013

Korkuyor musunuz?

İstanbul Valisi, 1 Mayıs'ta İstanbul'daki olaylarda yaralananlar için daha ilk gün “bunlar militan, marjinal örgüt üyesi, kayıtları bizde var," demişti

İstanbul Valisi, 1 Mayıs'ta İstanbul'daki  olaylarda yaralananlar için daha ilk gün “bunlar militan,  marjinal örgüt üyesi, kayıtları bizde var," demişti.

Bu netlikte.

Aslında, o gün 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için sokağa çıkan herkes için söylenmişti bu sözler.

Bugün de olaylarla ile ilgili gazetecilerin sorularını yanıtladı:

"Yaralıların üçü de militan…  Dilan, marjinal grup üyesidir. Bizde kayıtları vardır. Çatışma içindedir. Tam bir radikal mensuptur.”

Bu ‘fevkalade doğru ve vicdanlı’  beyanat karşısında söylenecek bir şey yok. Dilan, devlet babanın göz ve gönül mesafesi dışında bir kötülük tohumu, bir nifak kaynağı olarak kafasının kırılmasını çoktan hak etmiş zaten.

Vali, “devletin bana verdiği yetkiye dayanarak sizi terörist ilan ediyorum,” diyor.

Devlet babamız bir çırpıda bu ‘yaramaz’ çocuklarını mimleyerek, ‘demokratik, adaletli, barışçıl’ bir toplumda kötücül emellerle sağa sola saldıran şiddet odakları olarak yaftalıyor ve hassas,  sağduyulu halkımızı da bu linçe ortak olmaya davet ediyor.

Bütün bunları eleştirecek halimiz yok. Devletin çıkarlarını garanti altına alan her türlü şiddet, kabul edilebilir bir eylem olarak bütün eleştirilerin üstünde tutulmalı, malum.

Bu ülkede, gelmiş geçmiş tüm iktidarlar için şiddet vazgeçilmez bir öneme sahip; AKP iktidarında da fazlasıyla var olan, inanılmaz bir keyfilik içeren kurumsallaşmış şiddet. Gelenekselleşmiş, içselleştirilmiş devlet şiddeti…

Buna bir tür iktidar hırsı deyin, sahip olunan sonsuz nimetleri kaybetme korkusu deyin, şuursuzluk deyin, ileri demokratik sistemin savunma refleksi deyin, ne derseniz deyin. Bu topraklarda yaşıyorsanız devletin şiddetinden er ya da geç nasipleneceksiniz. Rahat olun.

Kulakları çınlasın eski İçişleri Bakanımız biber gazımızın ‘organik’ olduğu ve ‘insan sağlığı üzerinde kalıcı bir etki bırakmadığı’ yönünde bizi çoktan rahatlatmıştı.

TTB’nin yaptığı, “Biber gazları kimyasal silahlardır. Hiç bir durumda kullanılmaması gerekir,” açıklaması bu güzide bakanımızın anlayacağı dile şöyle tercüme edilmişti; Biber gazının etkisi  ölüm… Daha ‘kalıcı’ ne var?"

Malum, yoğun biber gazına maruz kaldıkları için Hatice İdin, İbrahim Sevindik, Musa Dağ, Mehmet Uytun, Hacı Zengin, Kazım Şeker, Metin Lokumcu… ‘kalıcı olarak ölmüşlerdi. Ama sonuçta hepsi militan, marjinal ve ‘tam bir radikal mensup’tular.

Kayıtlara ve hafızalara böyle düşülsün.

Benim bu 1 Mayıs’tan hafızamda kalan, Dilan’ın önünde ‘vurulduğu’ kapıdan, arkadaşları tarafından içeri çekildiğinde, polislerin azgın bir iştahla kapıya hücum etmelerinden sonra evin içinden gelen ve uzunca bir süre kesilmeyen küçük çocuk çığlıkları.

Miniklere devlet dersi.

Darwin’e göre birçok hayvanın türdeşlerine karşı gösterdiği saldırganlık, o türün aleyhine değil, tam tersi, kendi türünün devamını sağlayan zorunlu bir içgüdüdür.

Aynı Darwin bugün mezarından kalkıp gelebilseydi ve insanı, yüz yıl önce, Tanrı’nın yarattığı özel bir tür olmaktan çıkarıp hayvanlar dünyasının içine atıvermenin ekolojik sonuçlarını gözlemleyebilmiş olsaydı eminim çok duygulanırdı.

Hayvanlar dünyasının yasalarının bizim muasır medeniyetimize ve ileri demokrasi anlayışımıza nasıl tercüme edilebileceğini tahayyül edebilse teorisini dillendirmekten kesinlikle imtina ederdi…

1960’ların başında Prof. Stanley Milgram, faşizm ve modern demokrasi arasındaki ilişkiye dair pek çok kişinin aklındaki en kötü korkuları doğrulayan bir dizi deney yaptı.

Milgram’ın ilgi alanı ‘itaatkârlık ve bireysel sorumluluk’tu. Amacı ortalama bir vatandaşın güç ve otorite karşısında nelere itaat edeceğini belirlemekti.

Oldukça basit bir deney hazırladı: Sözde hafıza ve öğrenme konusunda bir incelemede yer almak üzere laboratuarına iki kişi geldi. Biri ‘öğrenici’ rolünü üstlendi, diğeri de ‘öğretici’ oldu.

Öğrenici bir odaya kondu ve bileğine bir elektrot iliştirilerek, sandalyeye bağlandı. O arada, öğretici de ‘şok jeneratörü’ denen büyükçe bir makinenin önüne oturtuldu.

Makinenin önünde bir dizi düğme vardı, bu düğmeler soldan sağa, üzerinde ‘hafif şok, orta derecede şok, güçlü şok!’ devamında ‘tehlike: şiddetli şok’ yazan düğmeler ile bunların yanında diğerleriyle aynı görünümde ama üstünde pek de hayra alamet sayılmayacak bir ‘XXX’ etiketi taşıyan iki düğmeydi.

Daha sonra öğreniciden kelime çiftlerini ezberlemesi istenecek ve yaptığı her yanlışta, öğretici ona kısa, artan şiddette şoklar yollayacaktı.

Aslında, gerçek denek ‘öğretici’ idi ve deneyin ulaşmak istediği nokta, hafıza üzerinde cezanın etkisini test etmek değil, sıradan bir insanın, masum ve itiraz eden bir kurbana acı vermesi istendiğinde ne kadar ileri gidebileceğini görmekti.

Yani, ‘öğrenici’ bir oyuncuydu ve şoklar da sahteydi…

Sonuçlar oldukça ilginçti. Öğrenici genelde acı çektiğine dair açık tepkiler vermesine rağmen -çığlıklar, kalbinden yakınmalar vs.- öğretici sorular sormaya devam etti ve öğreniciden tam cevap alamadığı her seferinde şokları tereddütsüz yolladı.

Milgram’ın kendisi bile hayrete düşmüştü: New Haven sakinlerinin yarısından fazlası, içlerinden bir vatandaşa kendinden geçinceye, hatta ölünceye kadar elektroşok vermeye can atıyor gibiydiler, hem de sırf beyaz önlüklü bir adam onlara böyle yapmalarını söylediği için.

Sonuçları açıklandığında deney pek çok insan tarafından etik bulunmasa da Milgram, insan doğası ve ‘kötülük’ üzerine standart varsayımlarımıza ‘şiddetli bir darbe’ indirmişti.

Testlerinden çıkan sonuç şuydu: “İçlerinde herhangi bir düşmanlık taşımayan, kendi halindeki sıradan insanlar bile, olağanüstü dehşet ortamlarında, yıkıcı eylemcilere dönüşebilir. Üstelik böyle dönemlerde, onlardan insani olmayan ve temel ahlak standartlarıyla uyuşmayan eylemlerde bulunmaları istendiğinde, çok çok az sayıdaki insan, otoriteye karşı çıkmak için gereken kaynaklara sahiptir…”

1971’de, Stanford Üniversitesi’nde benzer bir deney de Prof. Philip Zimbardo öncülüğünde gerçekleşti. Bu deney bir tür ‘oyun’ olarak kurgulanmıştı ve Zimbardo kendisi de denek olarak yer almıştı.

Sonradan edebiyata ve sinemaya da ilham veren ‘Zimbardo deneyi’ altıncı gününde mecburen sona erdirildiğinde sonuçları sosyal psikoloji açısından ürkütücüydü.

Deney şöyleydi: Okuldan yirmi kişilik bir grup öğrenci, ücret karşılığında en az iki hafta sürecek olan bir deneye katılacaklar ve kura ile ‘gardiyanlar’ ve ‘mahkûmlar’ olarak ikiye ayrılacaklardı. Okulun, yapay bir cezaevine çevrilen bodrum katında gerçekleştirilen bu deneyde; otoriteye itaat, iktidar, üniforma, v.s. gibi pek çok toplumsal olgunun irdelenmesi amaçlanmıştı.

Ama deneyin altıncı gününde işler ‘çığırından çıkınca’ herkesin selameti için deney de sona erdirildi.

Prof. Zimbardo, altıncı günün sonunda, kendisinin de bir deney kurucu olarak değil, bir ‘cezaevi müdürü’ gibi davranmaya başladığını fark ettiğinde dehşete düşmüştü.

Gardiyanlık konusunda hiç bir eğitim almamış -ya da hiç bir mesleki deformasyona uğramamış diyelim- öğrencilerin, mahkûmlar arasındaki dayanışmayı kırmak için uygulamaya çalıştıkları yöntemlerin, gerçekte uygulanan yöntemlerle neredeyse aynı olduğunu fark etmesi, üniforma giyen her gardiyanın er ya da geç şiddet uygulamak için yanıp tutuşması, bir kaç gardiyanın bir araya gelmesiyle şiddet dozunun hemen artması; mahkûmlar arasında açlık grevleri, histeri krizleri, kaçış planları…

Zimbardo deneyi de, Milgram deneyi gibi insan davranışlarını anlama konusunda bize değerli ipuçları veren sarsıcı, sıra dışı bir deneydir.

Charles MacKay’in “Hep söylendiği gibi, insanoğlu sürüler halinde düşünür; onlar, duyularını yavaşça ve birer birer geri kazanırken, sürüler halinde delirdiği de görülecektir,” der.

İnsanlık tarihi, sürüler halinde deliren insanların tarihidir.

Nazi Almanya’sında tüm ülke delirmiş gibiydi. Nazizm kitle psikozunun bütün belirtilerini taşıyordu. Kamplarda sistematik olarak imha edilen mahkûmların, diş dolgularından alınan altının ayarı gibi detayların kayıtlarını tutan, bunları itinayla dosyalayan bürokratların olduğu bir toplum başka nasıl açıklanabilir?

Yalnızca işçi bayramını kutlamak için değil,  yıllar önce Taksim'de hayatını kaybetmiş emekçileri de anmak için ısrarla Taksim’e ulaşmaya çalışan bir insanı onlarca polisin, gözlerden uzak olduğunu düşündükleri bir köşede, dakikalarca coplaması, tekmelemesi, yerlerde sürüklemesi, kuduz köpekler gibi parçalamaya çalışması;  on yedi yaşındaki bir genç kızın yalnızca bir ‘hedef’ olarak görülüp kafasına nişan alınması… Başka nasıl açıklanabilir?

Bütün bu yaşananlardan sonra "Yaptığımız hiçbir eksik ve yanlış işlem yoktur. Aldığımız karar kendi vicdanımda fevkalade doğrudur," diyen bir Valinin psikolojisi başka nasıl açıklanabilir?

Hayır, sadece anlamaya çalışıyorum. İnsanların özünde ‘kötü’ olduklarına inandığım için değil.  Anlayamadığımız ‘kötülük’ ile nasıl mücadele edeceğimizi bilemeyeceğimiz için…

‘Polis’ filminde komiseri canlandıran Haluk Bilginer “şiddete meyyalim vallahi dertten!” diyordu.

Ben AKP iktidarının -aslında onun temsilinde tüm iktidarların- ve o iktidarların ezerek, eğip bükerek deforme ettiği insanlık formlarının hepsinin şiddete meylinin ‘korkudan’ olduğunu düşünüyorum.

Hasbelkader Karun kadar zengin ve güçlü olup, ölümsüzlük mertebesine yükseldiğini düşünen iktidar sahipleri elbette korkacaklar. Elbette sahip olduklarını korumak için gözümüzün içine baka baka yalan söylemekten çekinmeyecekler. Elbette zulmedecekler.

Üniforması, TOMA’sı; elinde copu, kaskı, biber gazıyla sürüler halinde dolaşan, sürüler halinde saldırganlaşan delikanlı polislerimiz oyuncaklarını bir an için kaybetme düşüncesinden, toplum içinde ‘sıradan’ bir vatandaş oluverme ihtimalinden elbette korkacaklar.

Yıldız Savaşları’nda Yoda, ''Korku karanlık tarafa giden yoldur. Korku öfkeyi getirir. Öfke nefreti doğurur. Nefret acıya yol açar…” der.

‘Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan’ işçi ve emekçi sınıfı geçmişte olduğu gibi bugün de korkmuyor, korkmayacak…

Ama “senin içinde çok fazla korku görüyorum,” devletim…

 

 * http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/bibergazi-3134.html