“Bütün uygarlıkların tek ortak paydası ahlaktır. Yani, iyi ile kötünün ayrımı…” diyor Harrison:
“İlkel insanın hayatını sürdürebilmesi için, kötüden kurtulması ve iyiyi koruması gerekiyordu. Onun için kötü, öncelikle açlık ve çıplaklıktı. İyi ise yiyecek ve doğurganlık. Kültürel koşullar değiştikçe bedenin ve toplumun varlığını sürdürmek için başka değerler gerekti, böylece savaş alanında cesaret, otoriteye itaat, cinsel perhiz gibi başka iyiler doğdu. Bu değişimlerle birlikte iyiler, egemen ahlaki değerlere dönüştü, karşıtları ise ölümcül günahlar oldular…”
Zamanla, egemen ahlakın ve inancın kökenini oluşturan şey güçlü bir efsane ve onun temelleri üzerinde yükselen güçlü bir toplumsal kurum oldu; ilki ideolojiyi haklı çıkarmak, ikincisi toplumsal uygulamaları meşrulaştırmak için gerekliydi.
Bazı inançların efsanevi karakterlerini görmek için en iyi yol tarihlerini incelemektir. Ortaçağ insanı neden büyüye ve içinde yaşadığı toplumun ancak büyücüler imana gelince -yani ehlileştirilince- düzelebileceğine inandı?
Ortaçağ tarihçisi Henry Lea, “İnsanlık tarihi boyunca, insanın en kötücül tutkularını ‘Tanrı’nın onlara verdiği görev’ maskesiyle aklayan Kilise’nin, insanlığın kurtuluşu için kendini feda etmiş bir Tanrı adına giriştiği kıyımın, ektiği zulüm tohumlarının meyvelerini tam bin beş yüz yıl yemiş olmasından daha korkunç bir örnek bulmak zordur,” diyor. “İnsanoğlu zaten kendinden zayıfları ezmeye meyillidir, bir de onlara merhamet ve adalet göstermenin günah olduğuna inanırsa, kıyım ve zulüm görevlerin en kolayı olur çıkar.”
Ortaçağ Avrupa’sında toplumu oluşturan insanlar yurttaş değil Hıristiyan kimliğiyle tanımlanmıştı. Onları birarada tutan, Tanrı’ya, vekillerine ve kilisenin öğretilerine kayıtsız şartsız inanmalarıydı. O yüzden, bir Hıristiyan olarak bireyin kişisel görüşlerini baskı altında tutmak kişilik haklarının ihlali ya da insan onuruna saldırı olarak görülmüyordu. Çünkü Kilise ile ters düşen bir Hıristiyan zaten tüm haklarını kaybetmiş sayılıyordu.
Ortaçağ’ın ikinci yarısına kadar geçen bin yıl boyunca sosyal yapı, zayıfları koruyan hayırsever hükümdar ve ona itaat eden tebaasından -kullarından- oluşuyordu. Klasik Romalı yazarlar hükümdardan ‘babamız’ diye bahseder. Bu düzende kullar, efendilerine karşı yükümlülüklerini yerine getirmek zorundaydılar ancak hükümdar sorumluluklarını yerine getirmezse yeryüzünde ona bunu yaptırabilecek herhangi bir güç yoktu.
Bu tek taraflı ve ‘kusursuz’ sayılan toplumsal ilişki modeli onikinci yüzyılda hükümdarla kulların yükümlülüklerinin karşılıklı olmasını zorunlu kılan feodal sözleşmenin gündeme gelmesiyle zayıflamaya başladı. Elbette, feodal sözleşmenin ilkeleri topluma ‘tepeden’ inmedi, toplumsal ihtiyaçların sonucunda ve zaman içinde gelişti.
Bugün arkamıza yaslanıp bir birey ve vatandaş olarak doğuştan sahip olduğumuz konumu fark edememek kolay ama her zaman böyle olmadı. Ortaçağ’ın büyük bölümünde -bin yıldan bahsediyoruz- vatandaşlık diye bir hak yoktu.
Bu büyük toplumsal dönüşüm çok sancılı olmuştu. Krallar iktidarı kaybetme korkusuyla baskılarını artırırken güç sahibinin himayesini kaybetmekten korkan halk daha fazla boyun eğmişti. Bu değişim ve belirsizlik ortamında hem kral, hem tebaa umutsuz bir çaba içerisinde ortak bir çözümde buluştular:
Bir günah keçisi buldular, toplumdaki bütün kötülükleri ona yüklediler ve herkesin hayrı için onu öldürdüler.
Cadıların varlığı inancı, eskiden beri vardı ancak on üçüncü yüzyıla gelinene dek ‘cadı avı’ hareketine dönüşmemişti. On üçüncü yüzyılda Avrupa, bu inancı toplumsal bir hareketin dayanağı olarak kullandı ve Engizisyonu kurdu. Engizisyonun ortaya çıkış nedeni halkı ‘büyücülük’ tehdidinden korumaktı.
Böylece, Tanrı’nın yolundan sapan ve şeytanın emrine giren (kadınlar) cadılar; iyileştirme yeteneği olan büyücüler; kiliseye muhalefet etme cüretini gösteren kafirler; zina yapan zevk düşkünü sapkınlar; İsa’nın dinini inatla reddeden imansız Yahudiler... bütün hepsi Engizisyon tarafından yargılandılar.
Onüçüncü yüzyıldan itibaren kötü giden hasattan, salgınlara kadar bütün tersliklerin suçluları cadılar ve Yahudilerdi; toplumun refahı için katledilmeleri gerekliydi. (1)
1486’da cadı avcılığının temel ilkelerini içeren ünlü yapıt, Malleus Maleficarum (Cadı Balyozu) yayımlandı. Kısa sürede cadılık salgın hastalık gibi yayıldı, cadılar her yerdeydi. Öyle olmasa bu kadar tedbire neden gerek duyulacaktı? Büyücülükle mücadelede yeni yöntemler geliştirildi. Kilise büyücülüğün toplumdaki işlevini yüzyıllarca canlı tuttu. Cadılar da kendilerine zorla yakıştırılan bu rolü ister istemez oynadılar: Toplumun günah keçilerini...
Malleus’un yazarları daha sonra ‘Kadınların şeytani işlere meyilli’ olduğu yolundaki gözlemlerini açıkladılar. Böylece, ‘aşağılık, günahkâr ve tehlikeli’ bir sınıf olan kadınların hakkından gelinmesini talep ederek, erkek egemenliğinin dini, hatta neredeyse ‘bilimsel’ teorisini ortaya koymuş oldular.
“Bu cadı manyaklığı,” diyor Lea “büyük ölçüde cadı idamlarının kışkırttığı hayal gücünden doğmuştur. Engizisyoncu ya da sivil yargıç, büyücülüğün kökünü kazımak için yaktığı her cadıyla çevreye cadılık tohumları saçmıştır. Yakılan her cadı ile cadı meselesi daha da büyümüştür. Öyle ki neredeyse bütün halk cadılıkla suçlanacaktı. Bir noktadan sonra yakılan yüzlerce insanın çetelesi tutulamaz oldu…
Engizisyon işlemlerinde en büyük tehlike itham makamıyla yargı makamının iç içe geçmiş olmasıydı. Üstelik yargı, Hıristiyanlığı korumaya ve huzuruna gelen her kafiri ne pahasına olursa olsun mahkûm etmeye ne kadar kararlıysa tehlike o kadar büyüktü. Kilise asla taviz vermemeliydi, Engizisyon görevlisi, insanların ruhlarını kurtarmalıydı ve bu uğurda her yol mübahtı.” (2)
Yargılamalar öyle insanlık ve akıl dışı koşullarda yapılıyordu ki “Önyargısız ve aklı başında bir insan, bu yargılamaları bir kez tanık olsa, itiraf denilen saçmalıkların masum insanlardan nasıl ağır işkencelerle alındığını, yalanlara doğru izlenimi vermek için nasıl canavarca eklemeler ve abartmalar yapıldığını derhal anlar. Bunlar, insanların gözüne perde çeken çarpıtmalar ve düpedüz sahtekârlıklardır,” diyor tarihçi Parrinder. (3)
Sonuçta bu süreçte belirleyici rolü Engizisyon oynadı. Kimin cadı olduğunu, kimin olmadığını Engizisyon belirledi: Cadıları hedef gösterdi, kadınlar yakıldı, Yahudileri hedef gösterdi, Yahudiler yakıldı, Protestanları hedef gösterdi, Protestanlar yakıldı.
Suçlamaların hepsinde aynı zihniyet hakimdi, mahkeme aynı, yargı yöntemleri aynı, infaz aynıydı. Kurban kesen Yahudilerin kazığa sürüklendiği zamanlarda, büyücülük ithamıyla meydanlarda yakılan Hıristiyanların sayısı da az değildi.
Engizisyon’un çağrısıyla meydanlarda toplanmış, otoritenin ulaşabileceği en son noktanın sergilendiği bu korkunç ritüeli yaşayan; otoritenin ve onun koyduğu yasanın kendileri gibi etten kemikten bir varlığı nasıl cezalandırdığını ve sonrakileri nasıl cezalandıracağına tanık olan ve hep bir ağızdan itaat yemini eden insanların, bu eylemi onaylamasalar dahi korku dolu bir saygı gösterdiklerini tahmin etmek zor değil…
Günümüz insanının zihniyeti, Ortaçağdaki atasından daha ileri olmakla birlikte o da otorite karşısında aynı zayıflığı gösteriyor. İnsan karmaşık durumları ve olayları tek bir nedene bağlama eğiliminde.
Bireyleri ehlileştirerek toplumu parçalanmaktan -ya da parçalanma paranoyasından- uzak tutmak için günah keçisini kurban ederek, gözdağı verme eğilimi toplumun bütün kesimlerinde -her tür ideoloji ve inanç sisteminde- oldukça güçlü.
Ancak, fazlasıyla heterojen ve çoğulcu bir yapısı olan toplumu, tek minvalde tutarak -tek kutsal, tek idea, tek dünya görüşü- toplumda egemen ahlaki değerleri dayatmaya ve bu vesileyle ‘tiranın’ iktidarını kutsamaya çalışan elit-aydının ‘birey ehlileştirilmeli’ yargısı; ‘kişi’yi baskı altında tutarak, törpüleyerek, sığlaştırarak, ezerek ‘topluma’ kurban eden geleneğe yaslanma eğilimi, ikiyüzlülükten başka bir şey değil.
Lea’nın dediği gibi bir noktadan sonra biz de toplumumuzda, iktidarlar tarafından ehlileştirilen, ehlileştirilemediğinde günah keçisi olarak yaftalanan, hayatları yağmalanan, işkence gören, yıllarca cezaevinde yatan, öldürülen, egemenlerin ihtiyaçlarına ve ihtiraslarına kurban edilen insanlarımızın çetelesini tutamaz olduk.
Ama ben hemen burada birini size hatırlatayım: Pınar Selek!
“Toplum günah keçisini seçerken” diyor Sartre “yardım kuvvetlerinin gelmeyeceğinden emin olmak ister…”
Ancak, ‘cadıların’ yakıldığı yüzyıllar boyunca, Engizisyoncuların gazabına rağmen, korkmadan ortaya çıkıp kurbanların ‘masum’ olduğunu söyleyen ve Engizisyonun yöntemlerini açıkça kınayan cesur ve onurlu insanlar da olmuştu.
Bu yazıya burada ara verip, Hâlâ Tanığız Platformu’nun, “Gelin Pınar’ın beraatini geri alalım” mesajıyla herkesi bu sabah saat 9:30’da Çağlayan Adliyesi’ne çağırdığını bir kez daha hatırlatalım:
http://www.youtube.com/watch?v=C7k3jbqgQaM
(- devam edecek.)
@SibelYerdeniz
____________________________________________________________
(1) Norman Cohn, The Pursuit of the Millenium,
(2) Lea, Inquisition of Spain,
(3) Geoffrey Parrinder, Witchcraft,
** Thomas Szasz, The Myth of Mental Illness