Sibel Yerdeniz

23 Mayıs 2013

Direnmek Yaşamaktır 'Berxwedan Jiyana'

Son günlerde bir tek Hasan Cemal’in ‘Çekilme Günlüğü’nü okuyabiliyorum...

Son günlerde bir tek Hasan Cemal’in ‘Çekilme Günlüğü’nü okuyabiliyorum. Hayatta bazen bazı konularla ilgili, katlanabileceğiniz şeylerin sayısı azalır. Çekilme süreci ile ilgili de öyle oldu, benim için.

Kendisine ’hanım’ denmesine “Hanım, değil. Gerilla, kadın!” diye itiraz eden yirmi iki yaşındaki Savuşka’nın yüreğini burkan bilinmezlikte, gerilla Agır’ın Hasan Cemal’e, Hasan Cemal’in de bize tuttuğu fenerin ışığında; dağı, taşı, yağmuru, karanlığı, direnişi, erkeği, kadını, geçmişi, bugünü ve geleceği okumak...
Deyim yerindeyse, sarsıcı… Her yönden.

Hayır, öyle usta gazetecilikten, alınan derslerden, cesaretten filan söz etmeyeceğim.

Hasan Cemal’in yaptığı cesaret istiyor evet. Ama beni etkileyen şey cesareti değil, sahiciliği...

Hasan Cemal’in kendisi ne kadar sahici... Orada ‘dokunduğu’ her bir gerilla, her bir insan, her bir kadın, her bir erkek ne kadar sahici...

“Bazı yaralar zamanla iyileşmez...” yazıma yapılan yorumlardan biri “Roman uslübuyla yazılmış yalandan bir hikâye...”  diye başlıyor ve “biz daha uyumuyoruz, bekliyoruz…” diye bitiyordu.

Okuyucuların bazılarının gözünden kaçan ama aslında benim değil, arkadaşım Ali’nin nenesi olduğunu yazdığım Anahit, nam-ı diğer Narin Nene, eğer hâlâ yaşıyor olsaydı, “Nenen bir de Ermenilerin yaptıklarını bilse ne yapardı acaba?” diye soran bir diğer yorumcuyu muhtemelen şöyle yanıtlardı:

“Acıları yarıştırma oğul, acıları yarıştırma…”

1915 tehcirinde yaşananlar ‘birileri’ için gerçekti.
İkinci Dünya Savaşı’nda kurulan Auschwitz toplama ve imha kampı, gerçekti.
1945 Ağustosunda Hiroşimaya atılan atom bombası gerçekti.
1988 Martında Halepçe’de yaşanan katliam gerçekti.
1992’de Azerbaycan Hocalı’daki katliam gerçekti.
1992 Mayısındaki Şırnak Taşdelen Karakolu baskını gerçekti.
1993 Ekiminde Lice’de yaşananlar gerçekti.
2012 Aralığındaki Şırnak Roboski katliamı gerçekti.
Daha yirmi gün önce Suriye Banyas’ta yaşananlar gerçekti.
On gün önce yaşadığımız Reyhanlı katliamı da gerçekti…

Her gün böyle onlarca ‘gerçek’ düşüyor önümüze… Küçüklü büyüklü, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu, sahipli sahipsiz gerçekler…

Canınızın istediği gerçeklere gözünüzü açıp, istemediklerinize kapatanlardan değilseniz; en tatlı uykularınızı kâbuslarla bölenlerin kim olduklarına göre uyuyup uyanmıyorsanız; bu acı gerçekliklerin hiç birini ‘hikâye tadında’ okuyamazsınız.

Her okuduğunuzda, içinizden küfürler, hakaretler, göz dağı ve intikam yeminleri etmek de gelmez.
Susar kalırsınız öyle oturduğunuz yerde.

Yaşadığınız ülkenin Başbakan’ı, son yaşanan katliam için "Biz bu saldırıların altında kalmayız, er yada geç faillerine bedelini misliyle ödetiriz!" dediğinde de susar kalırsınız.

Oturduğu yerden ahkâm kesmeyi vatanperverlik sayan cengaverler, bilgi sahibi olmadan fikir erbabı olanlar, Yıldırım Türker’in deyimiyle “Hangi konumda bulunursa bulunsun, hangi konuda ‘uzman’ olursa olsun milliyetçiliğin köpek dişleriyle hayata tutunan; savaşın, işkencenin, görmezden geldikleri onca zulmün travmasıyla önce evlatlarını, sonra kendi yüreklerini yiyerek sakat kalanlar…”

Bizi, Türklüğe ihanet etmekle suçlayanlar, “teröristleri, canileri savunuyorsunuz” diye eleştirenler... Ağızlarını her açtıklarında ortalığa kötülük, sakatlık ve kan sıçratanlar...

Terörü asla savunmadık!

Hiç bir dönemde, hiç bir coğrafyada, hiç bir zaman görmezden gelmedik...

Elbette terörizm diye bir şey var. Terörizm, terör tohumları eken şeydir... Her şeyden önce, bu topraklarda yıllarca, bize hiç seçme şansı bırakmadan, herhangi bir eylemi, herhangi bir ırkı, herhangi bir toplumu, herhangi bir insanı; işte düşman, işte hain, işte terörist diye işaret ederek daha küçücük yaşlarda zihinlerimizi sakatlayan, ruhlarımızı kurutan, yaşamımızı ‘terörize’ eden ‘devletçilik ve milliyetçilik’ anlayışı terörizmdir. Gözlerinizi kaçırmadan bakabildiğinizde...

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir savaşın tam ortasına doğup, kanla ve gözyaşıyla büyüyen çocukları, hayatları yağmalanmış ve zorbalığa uğramış olanları; acı çeken halkları ve aileleri için ölmeye-öldürülmeye  bizzat  ‘devlet’leri  tarafından ikna edilenleri, yaşamlarını protesto için, direniş için gözden çıkaranları ‘teröristler’ diyerek yargıladığımızda bu nefret tohumlarının kökünü kurutabilecek miyiz?

Eğer bu tür sorulara tahammülünüz yoksa, eğer yaşadığınız coğrafyaya ait gerçekler size ‘hikâye’ gibi geliyorsa, eğer karanlık ruhunuza her ışık tutulduğunda korkuyla sıçrıyor ve uyuyamıyorsanız hatırlatalım:
1980’li yıllarda, bu topraklarda sizin uyuduğunuz gecelerde Diyarbakır Cezaevi uyumuyordu.
Kırk yıla yakındır kışlada asker, dağda gerilla, evlerinde anne babaları uyumuyordu.

Tatvan’da bir gece yarısı -işkencedeki babasını konuşturamadıkları için- annesinin koynundan alınarak götürülen, onlarca yetişkin ‘insan’ın tecavüzüne ve şiddetine maruz kaldığı için dili lâl olan dokuz yaşındaki Kürt kızı Hazal da uyumuyordu…

Homeros’un Odysseia Destanı’nın ‘Dante’ yorumuna göre Odysseus, -İlahi Komedya’nın ‘Cehennem’ şarkılarından birinde geçer- Atlas Okyonusu’nu aşıp dünyanın orada son bulduğunu gösteren ve ‘Bundan öte yol yok!’ denilen Herkül Sütunları’na geldiğinde  arkadaşlarına döner ve; “İşte şimdi bir yol ayrımındayız, ya eskiden olduğu gibi izlerle çizilmiş olan bir dünyayı dolaşacağız, ya da hiç bir yaratığın adım atmadığı yerlerde kendi ayaklarımızla yeni bir dünya çizeceğiz...” der.

Hasan Cemal’in bana göre yaptığı da budur; Hiç kimsenin ayak basmadığı bir dünyaya cesaretle adım atmak.

“… Beş altı taş ev. Görüntü normal değil. Taş üstünde taş kalmamış. Yakılıp yıkılmış, bombalanmış.
Bu güzelim topraklar böyle.

Cennette cehennem yaratmak insanoğluna mahsus...”  diyor.

Bu topraklarda yıllardır hep birlikte, cehennemin bütün katlarından geçtik. Bütün şarkılarını dinledik. Bütün ıstıraplarına tanıklık ettik. Alevlerle konuştuk. Ateşiyle yandık.

Uyuduk, uyandık...

Bundan öte cehennem yok. Bundan öte yol da yok.

"Demokrasiyi engelleyen bütün unsurlar ortadan kaldırılacak," diyerek yola çıkan ama önce, demokrasiyi noktasına virgülüne kadar kendi dillerine tercüme etme gayreti içinde bir adım ileri-iki adım geri basan dönemin cevval mimarlarının tekinsiz ellerine de teslim etmeden barışı kendi ellerimizle inşa etmek zorundayız.

Çözüm sürecine dair bu denli sahici, insancıl ve yapıcı bir katkıyı ortaya koyabildikleri için, sıcacık yatağından kalkıp yollara düşen ve karanlığın yüreğine dokunma cesaretini gösterebilen ‘seçilmemiş’lere selam olsun.
Gerilla, Asker, Kürt, Türk, Ermeni, Arap, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ya da her kimse yüreği ‘intikam’ ateşiyle değil; bir arada insanca yaşama umuduyla, barış  için çarpan, geceleri sıcacık yatağımızda ya da dağda yıldızların altında, huzurla, korkmadan uyuyabileceğimiz bir dünyanın düşünü gören tüm insanlara selam olsun.

“Kimine besin olan, kimine zehir. İnsanın tükürüğü bir değdimi yılana, ölür çok kez yılan, yer bitirir kendini…” der Montaigne.

Her birini tek tek sakınırım ‘insan’ın onlara her uzattığında zehir saçan dilinden; dağa, taşa, kurda, kuşa, kediye, köpeğe, yılana, börtü böceğe selam olsun.

Koma Bajar’dan, Ogit (Nasihat)’ı  Atalay Taşdiken'in yazıp yönettiği, Türkiye sinemasının en sahici, en naif filmlerinden ‘Mommo, Kız kardeşim’in görüntüleri eşliğinde dinlemeli, barış için, umut için, sahici olan her şey için…


http://www.youtube.com/watch?v=j3rDB5e-hKs