Sibel Yerdeniz

31 Mart 2013

Burda çiçekler açmıyor; kuşlar süzülüp uçmuyor…

\'Olmadığım biri gibi yaşayıp, hiç yaşamamış biri gibi ölmek zor geldi. Bize ne dayatılıyorsa onu yaşamak zorunda olduğumuz bir dünya vardı. Annemin kucağını terk ettiğimde sonbahardı..\'

Olmadığım biri gibi yaşayıp, hiç yaşamamış biri gibi ölmek zor geldi. Bize ne dayatılıyorsa onu yaşamak zorunda olduğumuz bir dünya vardı. Annemin kucağını terk ettiğimde sonbahardı.

Babamın gözleriyle hiç bir zaman bakamadım kendime. Ona, kadın olmak istediğimi söylediğimde gözlerinin içine bakamadığım gibi. Şimdi, böyle yapmasaydım ne değişirdi diyorum kendime, olacak olanı ne kadar erteleyebilirdim?

Dedemin mezarında kemikleri sızlamış. Eğer yaşasaymış, av tüfeğini alır, kendi elleriyle kalbimin tam ortasından vururmuş beni. Ayakkabılarımı ardımdan fırlatırken, bunları söylemişti babam. Kedi yavrularını bile evden atamayan adam, beni gözden çıkarmıştı çoktan.

Annem musluktan akan tazyikli suyun eşliğinde, hıçkırıklarının duyulmadığını sanarak, omuzları titreyerek ağlıyordu.

Öyle kararlı, öyle kendimden emin çıktım ki kapıdan, ardımda babamın adına sürülecek leke bırakmadım.  Babam saat 10dan sonra seni evde görmeyeyim demişti, fazladan bir kaç dakikayı bile geçirmedim, o güne kadar evim bildiğim dört duvar arasında. Kitaplarımı, şiirlerimi yarım bırakarak çıktım evimden, on altı yaşındaydım; babam 10 demişti, on yıl daha yaşlanarak çıktım o kapıdan.

Birlikte geçirdiğimiz son gündü. Bir başka gün daha olmayacak anne Sen sütünün arsızlığına bürünmeyeceksin. Ben bir damla sütün hesabını ağır bedellerle ödemeyeceğim. İkimiz de çok yorulduk.

Beyoğlunda iki serseriden dayak yediğimde, çaya gittiğin misafirlikten dönmemiştin. Ağzıma dolan kanı kapımızın eşiğinde yutmuştum, yutkunmuştum, öylece çömelerek beklemiştim seni. Gelmemiştin

İnadına ince parmaklı gelin hayallerin vardı. Eşe dosta benden yana dertli olduğunu hatırlatıyordun. Sanki bunu bir an olsun unutuyorlarmış gibi

Ama hiç küsmedim sana. Seni ağlarken gördüğümde yanına gelmek isteyip hep bir adım geride durdum. Çünkü sen aynı durakta karşılaştığım ve bir süreliğine yan yana oturmak zorunda kaldığım bir kadın olduğunu öğretmiştin bana. Daha fazlası olmak istemedin. Korkuyordun. Günün birinde aynı bluzû giyme ihtimalimizden.

Şimdi tüm ihtimalleri kaldırıyorum anne. Benden utandığın için hiç tanışamadığım iş arkadaşlarına, çıkamadığımız yolculuklara, tatillere iştah kabartıyorum sadece. Yalnızca bu.

Biten rujlarının hesabını bile bana kesip, attığın dayakları; yüzüme, öfkeyle çığlık çığlığa ve gelişigüzel sürdüğün rujunla geçirdiğin sinir nöbetlerini sineye çekiyorum.

Şimdi burada, sesimi duyabiliyor musun anne?

Eğer duymazsan beni bıraktıkları şu duvar dibinde nükseden astım krizinden ölmüş olacağım. Ama sırf bunun için bile dayanıyorum. Zalimlerin elinden ölmüş olmamak için. Nefes alış-verişimi duyuyor musun?

Dört kişiydiler. Saçlarımı kestiler, dudaklarımı patlattılar. Dizlerime kaynar su döktüler. Pantolonumu indirdiler ve sen nasıl kadınsın, hani? diye sordular.

Bir keresinde küfretmiştim. Babamla Gülhane Parkı’ndaydık. Övgü almıştım ondan. Erkek adam dediğin kızdığında yere tükürmeli ve küfür etmeliydi! O gün, bir bardak yayık ayranını erkek olmamın şerefine ısmarlamıştı bana ve ben küfürlü dudaklarımla içmiştim. Bugün o ayranın aynısını başımdan aşağı döktüler ve bana tecavüz ettiler. Acımasızlardı. Utanmıyorlardı. Durmadan küfür ediyorlardı.

Babamın dediği gibi erkek adamlardı!

Adını birkaç defa sayıkladım. Bir an, bir ailem olsun istedim. Ölmek istemedim. Her tecavüz sonrası ölünür mü hiç anne?

Yüzümden akan kanın ıslaklığını hissedebiliyorum. Bir duvara sol omzumla yaslanıyorum, duvar o kadar soğuk ki kımıldarsam etimi kesecek gibi geliyor.

Bu son çığlığım, duyuyor musun anne?

Bir başbakan kalkacak, yarın sabah kahvaltısını yapacak. Ülkesiyle ilgilenecek, ayrım yapmadığına dair yeminler edecek. Güven kazanacak. Demeçler verecek.

Sen en iyisi yarın gazete okuma anne. Kim bilir belki, hani olur ya, bir duvarın önünde bana rastlarsın.

Her vakit ölünür mü hiç anne?**

Öyle bir başbakan ki cinsel yönelimi çok önemsiyor. Yabancı bir ülkede ‘göçmen’ olarak yaşayan ve daha beş aylıkken şiddet gördüğü için ailesinden alınarak ‘koruyucu’ aileye verilen çocuğumuzun izinde hepimize bir ‘ahlak’ dersi veriyor.

Çocuğun şiddet görmesi sorun değil. Sorun çocuğun artık güvenli, sevgi ve saygı gördüğü bir ortamda büyüyor olmaması da değil. Sorun çocuğun müslüman olmayan, eşcinsel bir aileye verilmiş olması.

Çünkü ‘emaneti’ genel ahlak kurallarına uygun, sağlam ellere teslim etmek istiyor. Sağlam eller de ancak müslümanlarda mümkün olan bir şey. ‘Ahlaklı olmak’ gibi bir meziyeti Tanrı bir tek onlara bahşetmiş.

“Altı aylık çocuk böyle bir tercih yapamaz” diyor koruyucu aileyi kastederek. Altı aylık çocuk etnik kimliğini ve dinini seçebilirmiş gibi.

Ülkesinde her gün onlarca kadının, eşcinselin, çocuğun, sırf kadın oldukları, eşcinsel oldukları, savunmasız küçük çocuklar oldukları için şiddet görmesi, istismar edilmesi, öldürülmesi ciddi bir sorun değil. Din ve ahlak bütünlüğümüzü tehdit etmiyor zira.

On üç yaşındaki kız çocuğunun onlarca erkek tarafından cinsel istismara uğramasına ‘rızası vardı’ diyebilen yargı karşısında, söyleyecek sözü, yapacak hiç bir şeyi yok. Ama yetişkin iki insanın arasındaki gönüllülük ilişkisini ahlaki bulmuyor!

Düşük ahlak düzeyi karşısında ne yapılması gerektiğini bilen bir başbakanımız var.

Kendi muhafazakar şablonuna uymayan yaşam biçimlerini  ‘ahlaksız’ olarak sınıflandırıp, temsil ettiği coğrafyada  bu şablona uymayan tüm kurbanları pişkinlikle hasıraltı edip, unutabiliyor.

Gururlanarak ‘kurduğunu’ söylediği, başka hiç bir şeyimizin değilse bile kutsallığımızın teminatı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’mızın tek derdi çocuklarımızın sayısı. ‘Bu yapı’nın güçlü tutulması için ‘tuğla’ yetiştirmek önceliğimiz.

Bana kalsa öncelikle tek bir siyasi ve ahlaki sorumlulukları olduğunu hatırlatırdım. O da yönetmeye gönüllü oldukları toplumu içine düştüğü şiddet sarmalından uzaklaştırmak. O çok güvendikleri ‘kutsal aile’ kurumundan başlayarak…

Roşin Çiçek namus saikiyle işlenmiş nefret cinayeti kurbanlarından sadece biri. Geçen yıl, ‘eşcinsel’ olduğu için, on yedi yaşında, kurşunlanarak öldürüldü. Hem de en yakınları tarafından. 2 Nisan'da,  Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 4. duruşması yapılacak davada  Roşin’I öldüren babası ve iki amcası için ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası isteniyor.

İki gün önce "Türkiye ’de Baba Olmak: Cinsiyet Eşitliğinde Sorumluluklar Haklar ve Çözümler" başlıklı panelde Fatma Şahin, "Aile kurumu neslin ve kültürün devamı için gerekli; bugün yaşanan birçok sorunun çözümünde güçlü aile birliğimizin bizi ne kadar koruduğunu görüyoruz," diyordu.

Evet, gerçekten de görüyoruz.

Aynı panelde konuşan Başbakan'ın eşi Emine Erdoğan da "biliyoruz ki toplum çok değil sadece iki cinsiyetten oluşuyor…” diye başlıyor sözlerine.

‘İki cinsiyet’in dışındaki cinsel yönelimi ruhsal bir hastalık, ahlaki bir hijyen sorunu olarak gören bu ortaçağ zihniyeti, herhangi bir saikle aforoz edilen, dışlanan insanların vahşice parçalanarak yok edilmesini görmezden gelebiliyor. İktidarlarını ve kendi konforlu hayatlarını tehdit etmediği sürece, insanın insana zulmüne göz yumabiliyor.

İşte tam da bu yüzden bir insanın diğerine yapabildiklerini bilmek gerekiyor. Özellikle iktidarı temsil edenlerin, diğerlerine yapabildiklerini…

Sonradan imal edlimiş toplumsal ahlakın iki yüzlülüğü bir yana, esas kötü tarafı insanın ancak büyük bedeller ödeyerek varabildiği bir noktada ulaştığı bir gerçeği örtbas etmesi: İnsan hayatının temel çatışması ‘doğru’ ile ‘yanlış’ın çatışması değil, iktidarı elinde tutup, onu başkalarına baskı yapmak için kullananlarla, iktidarın baskısına maruz kalıp kendilerini kurtarmaya çalışanların mücadelesidir.

FEMEN lideri Shevchenko, Amina’nın “bir kadını öldürmenin onun haklarını tanımaktan daha kolay görüldüğü insanlık dışı gelenekleri ‘yıkacak’ olanları temsil ettiğini,” söylüyor ve FEMEN 4 Nisan gününü Amina ile dayanışmak için uluslararsı eylem günü ilan ediyor.

Ben ‘Amina’ kadar cesur davrananamayacağım. Ama bu, bin yılların iki yüzlü ahlak anlayışının  yıkımına el vermek için tüm kalbimle yanlarında olduğumu söylemekle yetineceğim. 

Roşin Çiçek’in katilleri ihtimal ki çok az ceza alarak kurtulacaklar. Gittiği yerden kulağıma “burda çiçekler açmıyor, kuşlar süzülüp uçmuyor” diye fısıldasa da Roşin, yüreğime her düştüğünde ben Cemal Süreya’dan bir kaç dize mırıldanacağım anısına:

 

“Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,

Bir yanlışı düzeltircesine açmış;

Gelmiş ta ağzımın kenarında

Konuşur durur.

 

Bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda,

Güverteleri uçtan uca orman;

Aldım çiçeğimi şurama bastım,

Bastım ki yalnızlığımmış.

 

Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”

 

** İtalikler Kaos GL yazarlarından Emre Korlunun yazılarından derlenmiştir.