Sibel Yerdeniz

19 Aralık 2012

Bugün 19 Aralık; kardeşin duymaz, el oğlu duyar...

İki yıl önce Aydın Engin, T24\'teki köşesinde şöyle yazmıştı “Tarih 19 Aralık 2000 idi. Soğuk, çok soğuk bir aralık günüydü

İki yıl önce Aydın Engin, T24’teki köşesinde şöyle yazmıştı “Tarih 19 Aralık 2000 idi. Soğuk, çok soğuk bir aralık günüydü. Sinsi bir yağmur İstanbul’un üstüne çökmüştü; Bayrampaşa Cezaevi’nin üstüne de devlet... Hatırlayın ve hiç unutmayın...”

Hep birlikte hatırlayalım ama biraz daha geriye giderek:

Yer, Ulucanlar Cezaevi… 1999 yılı eylül ayında tutuklu ve hükümlüler, cezaevindeki insanlık dışı uygulama ve koşulların iyileştirilmesi talebiyle - 30 kişilik koğuşlarda 120 kişinin kalması, nöbetleşe uyku ve ancak ayda bir defa gelen banyo sırası v.b. nedenlerle - sayım vermeme kararı aldılar.

Yetkililer, bunun bir ‘isyan girişimi’ olduğuna karar verince jandarma, 26 Eylül 1999'da sabaha karşı cezaevine girdi. Düzenlenen operasyonda, 10 mahkûm ateşli silahlarla öldürüldü. Otopsi raporlarında, "ölümlerin çoğunun kafa ve kalbe sıkılan kurşunlarla meydana geldiği, cesetlerde ağır darp ve işkence izleri bulunduğu,” yer alıyordu.

Yaşamını yitiren mahkûmlar, işkence izleri nedeniyle aileleri tarafından günlerce teşhis edilemedi.

19 Aralık 2008’de, ‘Hayata Dönüş’ün sekizinci yıl dönümünde, Ulucanlar Cezaevi operasyonuyla ilgili dava sonuçlandı, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi “Jandarmanın görevini ifa ettiğine, meydana gelen ölümler için ceza verilmesine yer olmadığına,” hükmetti.

2011 Eylül ayında Danıştay, ölen hükümlülerden İsmet Kavlaklıoğlu’nun ailesinin tazminat talebini, “Müdahaleye zemin hazırladılar, kendi kusurları nedeniyle öldüler,” gerekçesiyle reddetti.

İdare Mahkemesi’nin, mahkûmların yaşam hakkının devlet yükümlülüğü altında olduğunu vurgulayarak ‘ağır hizmet kusuru’ nedeniyle aileye toplam 5 bin TL tazminat ödenmesi kararı en sonunda Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na taşınca, 57 kişilik kuruldan, 45 hakim mahkûmların müdahaleye zemin hazırladığını savunarak “Aileye tazminat verilmesin!” dedi.

Yüce Türk adaletinin hakimleri, öldürülen çocukları için tazminat isteyen aileye ‘5 bin Türk Lirası’nı çok gördü…

Yer, Burdur Cezaevi… 2000 yılı temmuz ayında mahkûmlar duruşmalara götürülürken güvenlik güçlerinin kötü muamelesine maruz kaldıklarını söyleyerek 4 Temmuz 2000'deki duruşmaya girmeyeceklerini söylediler.

Bunun üzerine 5 Temmuz 2000’de, 400'e yakın jandarma ve polis cezaevine girdi; düzenlenen operasyonda, cezaevi duvarları kepçeyle yıkıldı; gaz bombaları ile koğuşlara girildi, tutuklular dövüldü ve işkenceye maruz kaldılar. Mahkûmlardan Veli Saçılık'ın kolu da kepçenin müdahalesi sırasında koptu. Mahkûmların operasyon sonrasında işkence gördüğü de AİHM dosyasındaki raporlarda yer aldı. 

2011 Temmuz ayında AİHM, Burdur Cezaevi operasyonu sırasında zarar gören 24 kişinin açtığı davayı sonuçlandırdı. AİHM, Türkiye'yi 1 milyon 104 bin lira tazminat ödemeye mahkûm etti.

24 kişiden ayrı görülen Veli Saçılık'ın kişisel davası ile ilgili kararın ise, Türkiye'deki tazminat davalarının sürmesi nedeniyle daha sonra verileceği açıklandı.

Bu iki cezaevi operasyonunun ardından DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti asıl büyük ‘eylem’ planını 19 Aralık 2000 tarihi için hazırlıyordu.

2000 yılı içerisinde hükümet F-Tipi cezaevlerine geçişte kararlı olduğunu açıkladı. F-Tipi cezaevlerinin ‘izolasyon’ içerdiği gerekçesiyle açlık grevine başlayan mahkûmlar vardı. Konuya kamuoyunun ilgisinin artması üzerine DGM kararıyla konuyla ilgili yayın yasağı getirildi. Ardından MGK'da onaylanan bir kararla 19 Aralık 2000 tarihinde Türkiye genelinde 20 cezaevine operasyon düzenlendi.

Operasyonun adı ‘Hayata Dönüş’ idi.

Operasyon sabahı dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “İnsanların göz göre göre ölüme sevk edilmesine devletin seyirci kalması düşünülemez. Müdahalenin amacı, insanların hayatını kurtarmaktır... Operasyon şu ana kadar başarı ile yürütülmüştür. Zayiat beklenilenin çok altındadır,” diyerek yüreğimize su serpen bir açıklama yapmıştı televizyon ekranlarından.

Hayat kurtarma operasyonunda 30 mahkûm ve iki asker hayatını yitirmiş, onlarca mahkûm ağır şekilde yaralanmıştı.

Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ise "Operasyon öncesi haftalarca hazırlık yapıldı, görevliler eğitimliydi," diyerek nasıl olup da bu kadar az zaiyat verildiği konusunda bizi bilgilendirmişti.

Bu ‘başarılı’ operasyonda alkışlanması gereken bir diğer kesim de memleketin basın yayın organlarıydı. Hem operasyon öncesinde hazırlık aşamasında, hem de operasyon sonrası dönemde nasıl bir sorumluluk sahibi ve bağımsız gazetecilik anlayışı ortaya koyduklarını hatırlamayanınız var mı?

İçişleri ve Adalet Bakanlığı’nın verdiği tek taraflı bilgi akışı dışında yayın yapmak zaten günler öncesinden yasaklanmıştı.  Dördüncü kuvvet medya, ‘yetkililerin’ ağzından duyurulması gerekenleri hiç eksiksiz kamuoyuyla paylaşmak görevini başarıyla üstlenmişti.

Bilginin ve gerçekliğin yok edildiği, yoğun dezenformasyon ve manipülasyon süreciyle   tarih bir kez daha kanla yazılmış oldu.

Bu başarılı geçen ‘hayata döndürme’ operasyonu sayesinde, devlet babamız öldürebildiği kadar çocuğunu öldürüp, sakat kalanları ve işkenceden geçirdiklerini de F-Tipi tecrite yolladı.

Dipsiz kuyular misali baş döndüren derinliğinden aldığı güç ile; koalisyon hükümeti, asker ve medya desteğiyle…

Hatırlayalım,

19 Aralık operasyonu ve daha sonra devam eden ölüm oruçları ve açlık grevlerinde toplam 122 kişi hayatını kaybetti, 600’den fazla kişi sakat kaldı.

Operasyondan sağ kurtulanlar, ‘kamu malına zarar vermek’ başta olmak üzere bir çok suçtan yargılandılar.

Dönemin İnsan Hakları Komisyonu Üyesi Mehmet Bekaroğlu bütün bunlar yaşanmasın diye mahkûmlarla devlet arasında mekik dokuyan insanların başında geliyordu.

Operasyondan yıllar sonra yaptığı bir değerlendirmede: “Bir kişinin ölümü karşısında susuyoruz - bizi acıtmadığı için - ondan sonra bütün insanlık ölüyor” diyerek durumumuzu özetleyivermişti. “Cezaevlerine bu şekilde müdahaleyle sadece hukuk devleti değil insanlık da iflas etmiştir. Bu unutturulacak, üstü örtülebilecek bir şey değil; Bayrampaşa Cezaevi’ne yüzlerce jandarmanın sevk edilmesi büyük bir hataydı. Asker ‘düşmanı’ imha etmek için kurgulanmıştır. 60-70 kişi isyan etmiş, dar bir alanda duruyor, devlet 250-300 askeriyle geliyor… Mahkûmları ‘düşman’ diye gösterdiler, asker de girip imha etti, tamamen güç gösterisi,” diye bitiriyordu sözlerini.

Operasyondan tam on yıl sonra sadece ‘askerlerin’ yargılanmaya başlanmasını 'Türk halkıyla dalga geçiyorlar' diyerek tepki gösteren Bekaroğlu hakkında da, dönemin Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun tarafından, operasyon öncesi arabuluculuk yaptığı ve sonrasında da  bu tür açıklamalarda bulunduğu gerekçesiyle tazminat davası açılmıştı.

Yalnızca operasyona fiilen katılan askerlerin yargılandığı ama asıl sorumluların; kararı alan, uygulayan devlet görevlilerinin ve rütbelilerin dava dışı bırakıldığı yargılama sürecinde, yapılan operasyonla ilgili birçok gerçek açığa çıkmaya devam ediyor, yok edilen, inkâr edilen bütün delillere rağmen.

Mahkûmların - hâlâ ne olduklarını bilmediğimiz - kimyasal silahlarla zehirlendiğini, yakıldığını, koğuşlarda hiç silah olmadığını, ölen iki askerin de jandarma kurşunuyla öldüğünü, mahkûmların üzerine ateş açıldığını, yananların/yaralananların tedavilerinin saatlerce yapılmadığını, yüzlerce gaz bombası ve merminin yanı sıra çıkan yangınlara karşı tamamen savunmasız olduklarını, otopsilerden önce cesetlere müdahale edilerek mermi çekirdeklerini çıkarttıklarını… öğrenmeye devam ediyoruz.

TCK, “Birisi bir olayla ilgili delilleri yok eder veya bunları bir suretle değiştirir ya da yok ederse, hapis cezasını gerektiren suçlarda altı aydan iki yıla kadar, ağır hapis cezasını gerektiren suçlarda iki yıldan dört yıla kadar, ölüm cezasını gerektiren suçlarda üç yıldan beş yıla kadar hapis cezasına çarptırılır” diyor. Yalnızca ‘delil karartma ya da yok etme’nin cezası, altı aydan beş yıla kadar hapsi öngörüyor.

Delil karartma, görevi ihmal, ağır hizmet kusuru, orantısız güç kullanma, yaşam hakkını ihlal etme, kamu gücünü kullanarak özgürlükten yoksun bırakma, taammüden ve tasarlayarak adam öldürme… ve daha bilumum insanlık suçu devlet eliyle yapıldığında nedense suç kapsamına girmiyor.

2004 Mart ayında operasyonlarla ilgili ilk tazminat davası sonuçlandı. İstanbul 2. İdare Mahkemesi, Bayrampaşa Cezaevi'nde askerlerin öldürdüğü Murat Ördekçi'nin ailesinin İçişleri ve Adalet Bakanlığı aleyhine açtığı davada toplam 109 milyar lira tazminat cezasına hükmetti.

Kararın özü şuydu:  "Demokratik bir toplum için zorunlu koşul, bireylerin hapishanede tutuklu veya hükümlü olduğu dikkate alınmaksızın temel hakları tanımak, uygulamak ve uygulatmaktır. Çünkü insan yaşamının ölçüt olmaktan çıktığı yerde hiçbir şeyin ölçüsü kalmaz."

Ama idari mahkemelerin verdikleri kararlar Danıştay tarafından bir çırpıda bozuveriliyor. Bu tür davalar eninde sonunda AİHM’e gidiyor ve AİHM Türkiye’ye ceza üstüne ceza yağdırıyor.

Yani kardeşin duymuyor, yalnızca el oğlu duyuyor…

2010 Eylül ayında AİHM, 'Hayata Dönüş' ile ilgili ilk mahkûmiyet kararını verdi ve operasyon sırasında ağır yaralanan İsmail Altun'un 'yaşam hakkının ihlal edildiğine' hükmetti.

2012 Ağustos ayında AİHM, Bayrampaşa'daki operasyon sırasında kurşunla yaralanan ve sonrasında gördüğü işkence nedeniyle kolu "yüzde 70 kullanamaz" hale gelen, Cuma Şat için Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkûm etti.

Yine geçtiğimiz ay AİHM, ‘Hayata Dönüş Operasyonu'nda ‘yaşam hakkının ihlal edildiğine’ hükmetti ve Bayrampaşa Cezaevi'nden ağır yaralı kurtulan dört kişiye 69 bin Euro tazminat ödenmesine karar verdi.

Bütün bu yargılamalar devam ederken Bayrampaşa’daki operasyon sonrasında “bizi diri diri yaktılar” sözleri kulaklarımızdan, yanarak eriyen yüz hatları gözlerimizin önünden gitmeyen, bedeninin yüzde 45’i yandığı için onlarca kez ameliyat olan Hacer Arıkan’ın sözlerini de hatırlayalım:

“Türkiye’de sadece erler yargılanıyor. Sanki gecenin bir yarısı 20 cezaevine aynı saatte kendi başlarına baskın yapmışlar gibi. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk de, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan da, Cezaevi Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun da bu davada yargılanmalı. Söyleyin beni kim yaktı?”