Sibel Yerdeniz

19 Mayıs 2015

Bizim büyük 'insanlık' düşümüz...

Biz düşlemeyi bırakırsak, hayat kâbuslardan ibaret olur. Biz hep birlikte aynı ‘insanlık’ düşünü görebilirsek bu, yepyeni bir gerçekliğin başlangıcı olur

“Eğer bir insan bir düş görüyorsa bu, yalnızca bir düştür. Eğer birden fazla insan aynı düşü görüyorsa bu, yeni bir gerçekliğin başlangıcıdır...”

 

                                                   F. Hundertwasser 

İki genç balık birlikte suda yüzerlerken, karşılarından gelen yaşlıca bir balığa rastlarlar. Yaşlı balık onları başıyla selamlar:

“Günaydın çocuklar, su nasıl?”

Yüzmeye devam eden genç balıklardan biri, neden sonra diğerine dönerek sorar:

“Su da neyin nesi?..”

“Size suyun ne olduğunu anlatmayacağım. Endişelenmeyin. Ben o bilge, yaşlı balık değilim...” diye devam eder mezuniyet konuşmasına David Foster Wallace ve ekler:

“Hayatta aldığımız eğitim ne olursa olsun, asıl öğrenmemiz gereken düşünme eyleminden çok ‘nasıl düşüneceğimizi seçebilme’ yetisidir. Çünkü, tek gerçek özgürlüğümüz odur.

Sahip olduğumuz tek hakikat, olan biteni nasıl anlamlandıracağımızı bizim seçiyor olmamızdır…”

Bu uzun konuşmanın tamamını buraya alamam. Ama bir parçasını almak istiyorum. İzninizle:

Nasıl düşüneceğimizi öğrenme’ konusunda aldığımız eğitimin ya da içsel tekamûlümüzün aslında tek düsturunun olduğuna inanıyorum:

Daha az kibirli olmak... Kendimize ve inandıklarımıza dair ‘eleştirel bir farkındalık’ geliştirmek.

Zira zaman içinde öğrendiğimiz, inandığımız pek çok şeyin doğru olmadığını kavrarız. Dahası hepimiz bunu, zor yollardan öğreniriz.

İçine doğduğumuz hayatın genel geçer kuralları ve standart ayarlarına uyum sağlamak yerine, algılarımızı açık ve uyanık tutmak son derece zordur, biliyorum. Sizin bildiğinize de eminim. Bilmediğiniz, bu mücadelenin size kazandırabilecekleridir…

Yapacağınız tek seçim neye inanacağınızdır. Neye tapacağınıza siz karar verirsiniz.

Sizin için en değerli, en yüce, en vazgeçilmez olan nedir?

Eğer hayatınıza değer katan şey para ve mülkiyet tutkusu ise; sahip olduklarınızla asla yetinemeyeceksiniz…

Fiziksel özelliklerinize, güzelliğinize, tensel cazibeye tapıyorsanız; kendinizi asla yeteri kadar güzel ya da tatmin olmuş hissedemeyeceksiniz. Zaman ve yaşınız ilerledikçe, mezara girmeden önce defalarca öleceksiniz…

Eğer zekanıza çok güveniyor, yeteneklerinize tapıyorsanız; sizi sürekli sınayan hayatın karşısında her an yetersizliğiniz ortaya çıkıverecekmiş gibi hissedeceksiniz…

Güce ve iktidara tapıyorsanız; asla yeteri kadar güçlü ve güvende hissedemeyecek, kesintisiz bir korku duyacaksınız. İktidarınızı güçlendirerek korkunuzu yenebilmek için, önünüze çıkan herkesi ezerek gücünüzü sınama ihtiyacı hissedeceksiniz…

‘Zamanın ruhu’ toplumları sınırsız zenginlik, hükmetme arzusu, bireysel özgürlükler ve konfor için güdüler; geride kalanların yoksulluğu, ezilmişliği ve köleliği pahasına.

Nihayetinde bize kalan tüm özgürlüğümüz; korunaklı hayatlarımız, sığ ideolojilerimiz, kör inançlarımız, ön yargılarımız, ezberlerimiz ve ötekine duyduğumuz güvensizlikten ibarettir.

Oysa gerçek özgürlük, farkındalık ve çaba gerektirir. Nefes alan her canlıyı yürekten sevebilme ve onlar için fedakârlık yapabilme yeteneği gerektirir. ‘Düşünebilme yetisi’ budur. Her gün, her an, defalarca ve bıkıp usanmadan…

Gerisi bizim seçmediğimiz, doğduğumuz günden itibaren benliğimize kodlanmış standart ayarlarımızdır.

Bu yüzdendir bu anlamsız yarış, bu yetersizlik hissi. bu can sıkıntısı… Bir zamanlar sahip olduğumuz ama sonradan yitirdiğimizi düşündüğümüz, hayatın büyülü nefesine dair içimizi kemiren o his…

Yeryüzüne, insanlığa ve gerçek ihtiyaçlarımıza dair farkındalığımız öylesine acımasızca budanmış; yaşama dair ‘aslolan’ ne varsa, etrafımızı çevreleyen manzarada öylesine ustaca gizlenmiştir ki kendimize sürekli hatırlatmamız gerekir:

Bu su... Bu su…” *

İnsan onurunun bir kısmı yazgının -en ağır olanının bile- gözünün içine bakabilme cesaretinden oluşur.

Yaşadığımız coğrafyanın halkları olarak ortak yazgımızın gözlerinin içine bakabilme cesaretimiz olsaydı, gerçekte göreceğimiz şeyler neler olurdu?

Birbirimiz hakkında bilmediğimiz neler öğrenirdik?

Ya kendi hakkımızda? İnsan olmak hakkında?

Aramızda bizi ayıran ve çarpıtan onca yıl, onca yaşanmışlık, benliğimize kodladıkları onca ‘öğreti’ olmadan birbirimizin içini görebilseydik?

İnsanın, varoluşu kavrayabilmesinin en iyi yolu, bir başka insanı -muhtemel ki kendisine en uzak olanı- tanımayı ve anlamayı arzulaması olsaydı; hayatın anlamına biraz daha yaklaşır mıydık?

Bilmiyorum...

Bildiğim, bu ülkenin tarihi bütün iyi anılarımızı silmiş... En iyi yanlarımızı, insanlığa dair umutlarımızı; dayanışma, paylaşma ve sevinçle bir arada yaşama arzumuzu köreltmiş. Ama daha da kötüsü, düş gücümüzü, birlikte hayal kurabilme yeteneğimizi sakatlamış...

Bilmiyorum; sonsuzluğun bakış açısından, kainatın yaratıcı kudretinden, insanlığın on binlerce yıllık tarihinden bakınca önemi nedir: Irkların, dinlerin, milliyetlerin, kimliklerin, imparatorlukların, devletlerin, hanedanlıkların ve sultanların?

Yeryüzünde bir arada ‘insanca’ yaşamanın değerinin yanında, doğarken hiçbirini seçme özgürlüğümüzün olmadığı diğer her şeyin, gerçek anlamı nedir?

Önünde sonunda altına gömüleceğin bir avuç toprak parçasının, sizin için değeri nedir?

Bilmiyorum...

O sen misin doğanın mucizesi, yaratıcının baş yapıtı, büyük ‘insanlık’ düşünün cisimleşmiş hali ‘insan’ kardeşim?

Kendini dünyanın merkezi sanan; bu kibirli, bu kendinden menkul... ayrıştıran, yıkan, parçalayan, yağmalayan, aşağılayan... bu sığ, bu gaddar, bu bağnaz, arsız ve saldırgan... varoluşun o eşsiz insan mucizesi, yaşamın kutsanmış ruhu... gerçekten sen misin?

O başının üstünde tuttuğun kutsal kitabın, sıkıca sarıldığın silahın, ayağını bastığın toprağın, uğruna insan kardeşinin kanını döktüğün bayrağın... o bitmeyen nefretin, hiddetin ve şiddetinle... insanlığın büyük düşü, sahiden sen misin?

Hayatı nasıl anlamlandıracağımıza biz karar veririz. Yaşamaya değer olanın ne olduğuna biz karar veririz…

Bugün bu ülkede, bizi içine çekmeye çalıştıkları bu ‘cehennem’ ortamından başka bir manzara olmalı. O manzarayı görebilecek gözler de…

Italo Calvino der ki:

Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. 

İki yolu var acı çekmemenin, birincisi pek çok kişiye kolay gelir; cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek

İkinci yol riskli, sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne varsa; onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek...” 

Ve ben onun bu sözlerini bıkıp usanmadan tekrarlarım...

Çünkü benim hâlâ ‘insanlığa’ dair umudum var. Çünkü benim hâlâ ‘büyük insanlık’ düşüm var.

Sizlerin de bir an için tüm ezberlerinizi, tüm korkularınızı, benliğimize kodladıkları tüm o öğretileri, klişeleri, yaftaları bir kenara bırakarak düşünebilmenizi isterdim.

‘Büyük insanlık’ düşünün bir parçası olabilmenizi isterdim...

Mutlak sandığımız karanlık yazgımıza, gözlerimizi kaçırmadan bakabilmemizi; o karanlığı korkmadan, cesaretle, el birliğiyle dağıtabilmemizi isterdim.

Çünkü biz bakmayı bırakırsak, dünya kör olur.

Çünkü biz konuşmayı ve dinlemeyi bırakırsak, dünya sağır ve dilsiz olur.

Çünkü biz barışı savunmayı bırakırsak, dünya savaş alanına döner.

Çünkü biz düşlemeyi bırakırsak, hayat kâbuslardan ibaret olur.

Çünkü biz hep birlikte aynı ‘insanlık’ düşünü görebilirsek bu, yepyeni bir gerçekliğin başlangıcı olur.

HDP çünkü, bizim ‘insanlığa’ dair büyük bir düşümüz var...

@SibelYerdeniz

* David Foster Wallace “This is water”

** Halkların Demokratik Partisi 7 Haziran için seçim bildirgesi tam metni: ‘Büyük İnsanlık’

HDP'nin seçim bildirgesinin tam metni