Fenerbahçe kafilesine yönelik saldırı sonrasında gözaltına alınan iki şüpheliyi “Biri gözetledi, diğeri vurdu” diyerek fotoğraflarıyla birlikte manşetine taşıyan Sabah gazetesi, zanlılar parmak izleri balistik raporu ile uyuşmadığı için serbest bırakılınca, her zamanki pişkinliği ile haberi geçiştirdi:
“Delil yetersizliği.”
Akşam ve Takvim gazeteleri keza yine öyle. Örnekler çok. Ama yaşadığımız ülkenin kaotik atmosferinde, bu ‘mağdurların’ şanslı sayılmaları gerektiğini bile düşünebiliriz.
Çünkü bu olaydaki ‘makul’ şüphelilerin maruz kaldıkları insan hakları ihlali, ‘görmezden gelinebilecek kadar’ basit sayılabilir.
Hatırlayın: 9 Ekim 2014’de Bingöl’de, emniyet müdürü ve yardımcısının öldürülmesi olayının faili olarak gösterilen şüpheli dört kişi olayın hemen ardından hızla ‘infaz’ edilmiş, Başbakan Davutoğlu, olaydan bir gün sonra “Teröristler bir iki saat içinde cezalandırıldı!” diye gururla açıklama yapmıştı.
Sonradan, olaya ait silahların balistik incelemesinde, iki polisi öldüren mermilerin, olay sonrası infaz edilen dört kişinin üzerinden çıkan silahlara ait olmadığı belirlenmiş ve bu rapor ‘gizlilik kararı’na rağmen basına sızmıştı.
Aradan geçen altı aydan sonra olayın gerçek failleriyle ilgili herhangi bir araştırma ya da devletin güvenlik güçleri eliyle ‘yargısız infaz’ edilen vatandaşların en temel insanı hakları olan ‘yaşama hakkı’nın ihlali ile ilgili yürütülen herhangi bir soruşturmaya, -olayın gerçekleşme sürecinde sorumluluk alan, sonrasında ‘cezaları verildi’ diye açıklama yapan devletin en üst makamları dahil- herhangi bir hak-hukuk-adalet arayışı çabasına tanık olan, duyan, bilen kimse var mı bilmiyorum. Ben duymadım.
HDP’nin, bu olayla ilgili ‘araştırma komisyonu kurulsun’ diye verdiği meclis önergesinin AKP’lilerce reddedildiğini biliyorum sadece.
Dünya tarihinde, halkların zaman zaman içine düştükleri; fanatizmin, karanlığın ve cinnetin egemen olduğu dönemler vardır. Toplumda bireylerin barış ve huzur içinde yaşamalarının engellendiği, yaşama sevincinin boğulup, ruhların karartıldığı kaotik dönemler...
Bir kısmımız henüz tam ayırdına varamasak da biz -yine- öyle bir dönemden geçiyoruz.
Bu ülkede ‘hayali düşmanlar ve yargısız infazlar’ yaratma yöntemlerini ve sonuçlarını bilenler açısından, ürkütücü alametlerle dolu bir dönem.
Ürkütücü çünkü eline geçirdiği her fırsatta; devletin ‘güvenlik’ güçlerinin -çoğu bizzat kendisinin emriyle- ortalığa dehşet saçtığı her olayda, her yargısız infazda, her insan hakkı ihlalinde kürsüye, ekranlara çıkıp gururla üstüne basa basa “Ben o güvenlik güçlerimizi tebrik ediyorum kutluyorum, onlar görevlerini yaptılar” diyen bir ‘BAŞ’ımız var.
Onun rüyaları benim kabusum olsa gerek; ne zaman o ‘BAŞ’ı düşünsem yanında bir de ‘KAN’ ekleyiveriyor artık bilinç altım. Son yıllarda her konuşmasının ardından, sesinin ulaştığı her ortamda bir süre havada asılı kalan o yoğun nefretin, hiddetin ve kana susamışlığın kokusunu almam(-ız) sanırım bu yüzden.
AKP hükümetinin hazırlayıp yasalaştırdığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın, ‘bugün büyük ihtimalle imzalayacağını’ duyurduğu ‘olağan sıkıyönetim’ yasaları ile ‘somut delil’e ve ‘kuvvetli şüphe’ye ihtiyaç kalmıyor, biliyorsunuz. Zaten ihtiyaç duymuyorlardı ama artık yasa ile de onanmış olacak.
Artık polis devletiyiz. Her şey bu yasa ile ‘polisimizi biraz daha güvence altına almak’ için. Tabii ki bütün polisleri değil. Tayyip Erdoğan’ı dinleyip takip eden polisleri değil mesela.
“Ben onlara nasıl güveneyim?” diye soruyor Cumhurbaşkanı.
O ellerine, sizin tek bir işaretinizle ve canları istediğinde bize işkence edebilsinler, çoluğu çocuğu katledebilsinler diye sonsuz yetki verdiğiniz emniyet güçleri bizim en temel insan haklarımızı akıl almaz bir keyfilikle ve acımasızca ihlal edecekler sayın Cumhurbaşkanı!
Biz size nasıl güvenelim?
Sırada ‘Kırmızı Kitap’ var...
Bugünden sonra, bu ülkenin geleceğini en fazla etkileyen şey, akıl almaz bir irade ile, onun nobranlıkta ve vicdansızlıkta sınır tanımayan yandaşlarının bu toplum üzerinde yaptıkları tahribatın, boyutlarının korkunçluğunu bugünden öngöremediğimiz ağır, kaçınılmaz bedelleri, sonuçları olacak.
Aileden ikinci kuşak yandaş, yüksek medya ve iletişim uzmanı akademisyen Cemil Barlas, aylar önce twitter’da "Bundan sonra herkes bilecek ki sokak için çağrı yapanın çağırdığı yer ya mezar ya da hapishane" yazarak bu bedeli asıl olarak kimlerin nasıl ödeyeceğini kulağımıza fısıldayıvermişti hatırlarsınız.
Bu öngörünün ışığında ‘ileri demokrasi’nin ne menem bir şey olduğunu artık daha net görebiliyoruz. Ez cümle “herhani bir eleştiri, itiraz ya da hak talebi ile sokağa çıkanın canını yakarız, hayatını karartırız, kanını dökeriz. Bundan da siz sorumlu olursunuz,” diyorlar bize.
İktidarın çıkarlarını garanti altına alan her türlü şiddeti destekliyor, kışkırtıyor ve savunuyorlar. Ne için?
Toplumsal ahlakın, aklın, vicdanın ‘baskı, sansür ve şiddet’ ile boğulması; zorbalığa karşı her türlü insani dayanışmanın tasfiye edilmesi için.
Ne için? Daha fazlası için...
Tamamen susturulmuş, sindirilmiş halkların elllerinden alınmış hakları, yağmalanmış kaynakları ve sömürülmüş emekleri üzerinden, sultanlarının sarayında, onun ayağının dibinde semirebilmeleri, saltanatlarını gönüllerince sürdürebilmeleri için.
AKP iktidarı ve yandaşları saltanatlarının geleceğini, ortalığa nefret, korku ve dehşet saçarak kurtarabilirler. Belki…
Peki ya bu toplumun geleceği?
En temel haklarımızın bile elimizden alınmasına, yaşam kaynaklarımızın yağmalanmasına ve yasaların bizzat yönetilenler tarafından ihlal edilmesine sessizce itaat mi edelim, yoksa direnelim mi?
Yağma, kışkırtma, ayrıştırma, nefret ve şiddet arttıkça sorunlarımızın çözüleceğini uman var mı aranızda?
Önceki gün “Gezi’yi ve 17 Aralık’ı meşrulaştırmaya çalışmaktan vazgeçmiyorlar...” dedi Cumhurbaşkanı. Ve ekledi “Teröriste terörist diyemeyen teröristin ortağıdır. Terör eylemi diyemeyen terörün açık destekçisidir...”
Doğru.
Gezi Parkı’nda daha ilk günden barışçıl bir eylemi terörize eden, ortalığı savaş alanına çeviren bizzat AKP iktidarının kendisi idi. Bunu hiç aklımızdan çıkarmasak ve bu ‘terör iktidarı’nın ortağı olmasak iyi ederiz.
"Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyoruz!" diyerek, elinde tuttuğu şiddet tekeli ile yetinmeyip, saltanatının ve zorbalığının faturasını ona koşulsuz itaat eden sıradan vatandaşına ihale edip, koca bir ülkeyi iç savaşın eşiğine bırakıveren o Başbakanı da unutmasak iyi ederiz.
Bu hükümet Roboski’de, Reyhanlı’da, Musul’da, Suriye’de, Bingöl’de, Lice’de, Gezi direnişi sürecinde Türkiye’nin her yerinde, daha bir kaç gün önce devasa ‘Adalet Sarayı’nda bize, insan hakları ihlali ve manipülasyonun sınırları konusunda ciddi dersler verdi. Bu dersleri unutmasak iyi ederiz.
Ama hepsinden önemlisi, insan onurunun ve vicdanının isteyince neler başarabildiğini bir an bile aklımızdan çıkarmasak iyi ederiz: Devletin tüm ‘kara’ propaganda aygıtlarını tekeline almış bir iktidarın, şiddet araçlarındaki muazzam üstünlüğüne, onları kullanmadaki aşırı hevesine ve ölçüsüzlüğe rağmen; örgütsüz, donanımsız ama ‘duyarlı ve kararlı’ bir toplumla karşı karşıya geldiğinde ne denli çaresiz kaldığını Gezi’de gördük.
Gezi isyanı, bu ülke halklarının en insani, en meşru eylemlerinden biriydi.
Bütün dünya böyle gördü. Tarih böyle yazdı. Biz böyle yaşadık...
Onun içindir ki bu iktidarın trajedisi -17 Aralık’ta değil, çünkü kendilerinin ne olduğunu zaten biliyorlar ve umursamıyorlar- Gezi Parkı’nda yatıyor. Değil mi ki bugün orada, Gezi’de ya da Taksim Meydanı’nda yan yana üç kişiyi bile görünce ödleri patlıyor. Değil mi ki bütün bu yasaklar, torba yasalar, kırmızı kitaplar hep bu korkudan…
BAŞ’ımızdaki sultan bu korkuyla her ağzını açtığında, arkasına sığındığı hazır kıtalarını mezarlıktan geçerken türkü söyleyenler misali her kutladığında, o ‘KAN’ kokusunu her aldığımızda; Gezi dayanışması sürecinde demokrasi, doğa ve insan hakları adına barışçıl taleplerle sokağa çıkan, zalimin zulmüne direnen o güzelim halkımı, her birini tek tek insanlık onuru adına kutluyorum. Varlıklarına şükrediyorum.
Bu uğurda hayatlarını kaybeden kardeşlerimi sevgi ve saygıyla anıyorum.
@SibelYerdeniz