Sibel Yerdeniz

15 Ağustos 2015

Batan gün kana benziyor… Yaralı cana benziyor…

Her şeyi hikâye değiştiriyor. Birinin, insan olduğunu bizden gizleyen şey, hikâye

Her şeyi hikâye değiştiriyor. Birinin, insan olduğunu bizden gizleyen şey, hikâye.

O yüzden önce hikâyelerimizi çalıyorlar. Çalıp, parçalıyorlar.

Feride Çiçekoğlu, “Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış...” diye başlar Uçurtmayı Vurmasınlar’da hikâyesine.

Üç gün önce Şırnak'ta katledilen, piyade onbaşı Barış Aybek “Bu dünyada insan olmaktan utanıyorum,” diye yazmış Suruç katliamından sonra. Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşlaşmış yüreklere bile dokunurdu yirmi iki yaşında hayatını kaybeden onbaşı Barış’ın hikâyesi de.

Önceki gün “Operasyonlar devam edecektir. Bu iş bitsin diyen kardeşlerimiz oluyor. Şahadet makamı kıyamete denktir…” diyerek yeni ölümleri, katliamları muştuladı devletin en yüksek makamı bize, gururla.

Çocuklarınızı öldürmeye devam edeceğiz, diyor kısaca. Bizim de “canımız yanıyor” diye ekliyor.

Utanmıyor. Sıkılmıyor. Umursamıyor...

“Ağrı-Diyadin’de üç kişiyi öldürdüler dün, iki tanesi fırında çalışan on beş-on altı yaşlarındaki işçi çocuklarmış; odun deposunda katletmişler...” diyorum iş arkadaşıma.

“Yok yok, teröristmiş onlar!” diyor. “Haberlerde söyledi, valilik açıklama yapmış...”

Ali İsmail’i de arkadaşları dövmüştü hani, valilik açıklama yapmıştı?

Düşünmüyorlar. Sorgulamıyorlar. Aldırmıyorlar...

“Sizin hikâyeniz ne, nasıl böyle insanlar oldunuz” diye sorsam?

Yok yok, anlatmayın! Bilmek istemiyorum...

Operasyonlar yüzde kaç artırmış AKP’nin oylarını? Şu günlerde bütün bilmemiz gereken bu.

Eve dönünce, ‘Mehmedin’ hikâyesini okumaya devam ediyorum:

Bak ne getirdim, dedi badim Mustafa. Dağda, aramızda dört-beş metre, karşılıklı oturuyoruz. Çantasından bir litrelik kola çıkardı. Ben sevdiğim için taşımış onca yükün yanında. Öyle sevindim ki. Bana atacak oldu. Dur atma, dedim, düşüp patlar şimdi. Ben öyle deyince kalktı ve bana doğru bir adım attı. Ve patladı...

Mayın...

Sonrası... Sonrası cehennem... Aklımda tek bir soru vardı: Nasıl o öldü de ben sağ kaldım?

Binbaşı üç gün sonra “Kendini toparla, sen çavuşsun, örnek olacaksın,” diye fırça atınca rütbemi söktüm. “Artık değilim,” dedim. Rütbe sökmenin cezası var ama veremiyor, daha beter olacağım, başına bela alacak, farkında. Hava değişimi istedim, ölen arkadaşımın ailesini ziyaret etmek istiyordum. Mecbur, verdiler. Mustafa’nın annesi “Oğlumu neden getirmedin?” diye ağlayarak karşıladı beni kapıda...

Suçluluk duygusu çok ağır... Geri döndüm ama ölmek için.

“Bomba atılacak, mevzi kurulacak,” hepsine atlıyorum: Ben yaparım!

Herkesin pes ettiği bir günde, helikoptere dört yaralı taşıdım kurşun yağmuru altında. Her sıyıran mermide annem düşüyordu aklıma...

Annem dul bir kadın. Evde oğlunu bekliyor. Askere gidiyorsun çünkü ananı, namusunu, vatanını koruyorsun. Ama komutan günde on beş kere anana avradına sövüyor. Hani namusum, şerefim için gitmiştim?

Söyleyin, kimin için şehit olayım ben burada?

Koğuş arkadaşın şehit oluyor. Ertesi gün komutan “dağa gidiyoruz, arkadaşınızı öldüreni öldürmeye diyor. Ondan sonra en sakin adam bile canavar kesiliyor:

“Yakalım, yıkalım, öldürelim, parçalayalım!..”

İşte Mustafa’dan bize kalan hikâye bu: İntikam!

Arkadaşımın intikamını almaya gidiyorum, yaşamak istemiyorum ama korkuyorum da... Yürürken korkumu yenmek için şarkı söylüyorum:

“Batan gün kana benziyor, yaralı cana benziyor...”

Sonrasını hatırlamıyorum.

“Ayağımı çöpe atma,” dedim hastanede doktora. “Annemin karşısına böyle çıkamam...”

“Kurtaramayız,” dedi. “Kesmemiz lazım...” Başımı kaldırıp baktım, incecik bir et parçası tutuyor. Mustafa’nın annesi geldi aklıma... Dedim “Kes!..”

Ben neden mayına bastım? Seksen kişi geçti benden önce, seksen birinci kişiydim, ben bastım.

Komutan hastanede yanıma gelmiş soruyor: Ne istiyorsun? Evlilik kredisi v.s.?

“Bacaklarından birini alıp alıp sana istediğin kadar kredi verelim mi komutan?” diyemezsin. Bana sağlığımı geri verebilir misin?

Evlilik kredisine gerek kalmadı. Ayağımı kaybettim diye, sevdiğim kızın ailesi nişanı attı.

Hani onur? Hani kahramanlık?

Ben kötü bir şey yapmadım. Kimsenin hakkını gasp etmedim, ülkemi soymadım, yağmalamadım, kimsenin ırzına namusuna dokunmadım. Benim seçeneğim değildi orada olmak.

İşte benden geriye kalan hikâye de bu: Adamın ayağı koptu, nişanlısı terk etti...

Epey düşünme fırsatım oldu hastanede. Biz neden oradaydık? Mayınlar neden oradaydı? Dağdaki adamın hikâyesi ne?

Neden evinde değil? Neden o karda kışta sobasının başında, çayını demlemiyor, sıcacık çorbasını içmiyor? Ne işi var onca yıldır dağda çakalın, pirenin, bitin içinde?

Bu savaş kimin savaşı? Biz neden ölüyoruz? Neden öldürüyoruz?

Köylülerle konuşuyordum, adam diyor ki “Jandarma geliyor vuruyor, Özel Tim geliyor vuruyor, ardından PKK geliyor ‘neden hainlik, ispiyonculuk yapıyorsunuz?’ diye vuruyor. Komutanım kime güveneceğiz, nereye sığınacağız?”

“Sen de buraya bizi öldürmek, köyümüzü yakıp yıkmak için geldin sana da güvenmiyoruz,” der gibi bakıyor yüzüme...

Oraya gitmeden önce düşmanımı tanımak istiyordum, onunla savaşmak istiyordum. Şimdi düşünüyorum. Düşmanım kim? Bu adam benim düşmanım mı?

Askere neden gittim? Çok mu gaddarım? Çok mu cesurum? Çok mu geri zekâlıyım? Hayır sadece gitmek zorundaydım. Gitmezsen korkaksın, erkek değilsin, kaçaksın, suçlusun.

Askersen, nereye kurşun at derlerse, oraya atmak zorundasın. “Yak,” diyorlarsa yakmak zorundasın.

Çoğu rütbeli çatışma bölgesine bile gitmez. Erler sürülür sonuçta cepheye. Hep garibanlar oradaydık. Başka seçeneğimiz yoktu. Neyi seçeceksin? Terk et git. Nereye gideceksin? Kabullenemezsen zorla yaptırırlar. Yapmadığın takdirde işte dayak, işkence, yargı, cezaevi...

Askersen kahramansın. Ölümsüzsün. Çünkü şehitler ölmez!

Mustafa öldü ama...

Can alıp can veriyorsun. Bunun kahramanlıkla ne ilgisi var? Ana baba yirmi sene gözünün içine bakmış; bayrağa sarılı tabutu evine geliyor! Oğulları içinde üç parça...

Ne uğruna?

Her şey rakamlardan ibaret burada. Şu kadar asker, şu kadar şehit, şu kadar terörist... İsimlerimiz bile yok. Tabelalarınızda rakamlarız sadece...

Hayatlarımızı çalıyorlar. Hikâyelerimiz pazara düşüyor, medya bir parçasını koparıyor, politikacılar başka bir parçasını...

Nasıl, hikâyelerimiz sizin için yeterince kârlı mı?

Annem, televizyonda “şu kadar terörist öldürüldü,” denince bile dayanamıyor; “onun da anası var,” diye ağlıyor.

Önce analarımızın yüreklerini söküyor, sonra gözyaşlarıyla ellerindeki kanı yıkıyorlar.

Eskiden ben de ‘terörist’ diyordum. Orada yaşananları gördükten sonra artık ‘gerilla’ diyorum.

Orada devletin savaştaki ısrarını da, rantını da, gerillanın yanlışlarını da görüyorsun.

Alaya çelimsiz bir kız çocuğu getirdiler bir gün. Gözleri bağlı. “Kurşunu bitince, teslim olmuş!” Biz teröristlerle savaşıyoruz ya, karşımızda gerçeği duruyor: Terörist!

Yahu daha on üç yaşında. Hemen laf atmaya başladırlar; küfürler, bunu alıp şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın. Bunları söyleyenler de yirmili yaşlarında... Çoğunun o yaşta kız kardeşi var evinde.

Düşününce PKK’ya da kızıyorum. O çocuğun ne işi var dağda? Elinde silahın ne işi var? Sonra askerin, polisin, özel timin yaklaşımlarına bakıyorum, daha çok kızıyorum. O çocuk doğduğu topraklarda, köyünde ne kadar güvendeydi?..

Gecenin yarısında evlerini basıyor, çocukların gözlerinin önünde anasına babasına dayak atıyorsun. O çocuk tabii ki askere güvenmiyor. Korkuyor. Sonra, neden dağa çıkıyorlar?

Emir geliyor, “Arazi taramasında gördüğünüz sivilleri en yakın karakola getireceksiniz!” Karşılaştıklarımızın çoğu çocuk, sekiz-on yaşlarında. Elleri nasırlı, sırtında torbası, içinde ekmek parçası, peynir ve bir kağıt parçasına sarılmış şeker. Başka bir şey yok. Çocuk çobanlık yapıyor. Karakola götürüyoruz. Karakol komutanı çocuğu tokatlıyor, “Seni bir daha buralarda görmeyeyim!”

Ne yapacak o çocuk? Orası onun toprağı... Nereye gidecek?

Şimdi düşünüyorum, şiddet şiddeti doğuruyor...

O kadar kurşun sıktım, kimseyi öldürdüm mü diye düşünüyorum. Bilmiyorum. Sanmıyorum. Çok canice... Ama ya öldürdüysem?

Herkesin yaşama hakkı var. Yaşama hakkı kutsal değil mi? Öldürerek zafer kazanılır mı?

Zafer yaşamdır... Zafer barıştır... Günün ağarması zaferdir... Korkmadan yaşamak zaferdir... *

Kitabı bırakıyorum. Küçük Kara Balıklar’ın hikâyeleri düşüyor bu sefer önüme. Daha önce Bildiğin Gibi Değil’de okuduğum hikâyeleri.

Bu sefer kendi seslerinden dinliyorum. Ağır. Çok ağır.

Her şeyi hikâye değiştiriyor. Birinin, insan olduğunu bizden gizleyen şey, hikâye…

(-devam edecek)

@SibelYerdeniz

 

 

*  Mehmedin Kitabı (Güneydoğu’da savaşmış askerler anlatıyor.)

  Nadire Mater, 1998, Metis Yayınları

 

** Küçük Kara Balıklar   https://vimeo.com/108880966

 

*** Bildiğin Gibi Değil 

    Rojin Canan Akın, Funda Danışman, 2011, Metis Yayınları

 

*** Ağrı Barosu’nun Diyadin katliamı ile ilgili açıklaması

 

http://www.agribarosu.org.tr/Detay.aspx?ID=64121