Ulan Eşşoğlueşşek! Bunu da yaptırdın ya bana...
Epey oluyor, 10 yıl kadar filan, sirenler çalıp da lafı kesilmeseydi, daha da sövmeye devam edebilirdi babam. Atatürk anıtının önünde saygı duruşundaydık, 10 Kasımdı o gün.
Babam havalimanına beni almaya gelmişti ve nasıl olsa sabahın körü eve döneriz diye pijamasını çıkarmamış. Oysa ben, biletimi bilerek sabahın o saatinde törene yetişebilmek için almıştım.
Yılların devlet memuru, akşamları eve geldiğinde pijamasının altını hemen giyen, yatana kadar kravatını bile çıkarmadan duran babamı törene bu halde katılmaya ikna etmiş fakat bana sövmesine engel olamamıştım.
* * *
Bayılıyorum bu adama... Gözlerini dikip size baktığını görüyor ve sesini duyamıyorsanız bilin ki babam, aklından sizin 7 ceddinizin hakkından tek başına geliyordur...
Bu sene, sadece Türkiye'yi değil dünyayı ayağa kaldıran o iki dakikalık saygı duruşunda babamla bu anımızın yanında başka şeyler de düşündüm; Atatürk gibi olmak, Atatürk gibi düşünmek, onun izinde, mavinin izinde olmak ne demekti?..
Bugün 10 Kasım, bugün Atatürk konuşacağız öyle ebleh ebleh bakmayın, toplasanız bir dakika bile Atatürk'le ilgili konuşamazsınız, onu konuşmak için bilmek gerek, anlamak gerek!
Lisede sürekli ebleh ebleh bakmakla bizi itham eden İngilizce öğretmenimiz haklıydı ancak önce bizi suçlayan sonra da sözde nasihat veren yaklaşımı bir cumhuriyet öğretmeni olamadığını gösteriyordu.
* * *
Ne zaman endişelensem ya da korksam sevdiklerim için ne ifade ettiğimi daha çok düşünmeye başladığım bir dönemdeyim. Beni izliyorlarmış gibi, her şey onların gözü önünde oluyormuş gibi geliyor bana son zamanlarda.
Bir boksörün ailesi önünde aldığı yumruklardan başını kaldırıp da son bir kez onlara bakmaya çalıştığını düşünün...
Kendimi kahraman sanacak halim bile yok vallahi artık, bu konuda çok etkilendiğim filmin adını söyleyebilirim bir tek: Cinderella Man
Sanırım psikoloğa gitme zamanım gelmiş, bir önerisi olan varsa dikkate alacağımı buradan ilan ediyorum.
Fakat şunu da belirtmeliyim ki her yaşanandan sonra illa da kendimde suçu arama psikolojisini de geride bıraktım.
* * *
İttihat ve Terakkiyi eleştiriyordu Çanakkale kahramanı, onu cepheden cepheye sürüyorlar, o ise her gittiği yerden yeni bir kahramanlık hikâyesi yazıyor, hikâyenin daha mürekkebi bile kurumadan başka bir cepheye gönderiliyordu Türk ulusunun geleceği...
On yıllardır acılardan inim inim inleyen halkının acılarını hissediyor buna son vermek için çırpınıyordu.
Soluk soluğa olduğumu kendime bile hissettirmeden çıktığım Aşiyan yokuşunda beni aralarına aldıklarının farkında bile olmayan öğrencilerin en haylazının bitmek bilmeyen yeni nesil esprileriyle yorulduğumun farkında değildim.
İki kadın öğretmen ve onlarca lise öğrencisi arasında okul müdürü gibi yürüyordum, yoksa görünmez mi olmuştum, bana aldırış ettikleri de yoktu çünkü.
Bir kahkaha koptu kızgınlıkla karışık, ben tebessüm edebildim kafamı sağa sola sallayarak. Her adımda bir latife yapan ergenlik çirkinliğindeki güzel çocuktu bunun sebebi:
"Hocam, Tevfik Fikret bu yokuşu çıkarken ölmüş olabilir mi?"
* * *
Bu yokuşu çıkarken hocam diye söze başlayan biri daha vardı, bundan tam 104 yıl önce.
"Hocam, ben inkılap ruhunu ondan aldım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbette ki Aşiyan gelir."
Tevfik Fikret'in evine çıkan bu yokuş bir sırra da tanıklık eder.
Mustafa Kemal Atatürk, Tevfik Fikret'in vefatının üçüncü yılı anma programına katılmak için çıktığı Aşiyan yokuşunda Harbiye'den manej hocası Emin Bey'le sohbetine şöyle devam edecektir:
"Yakında Anadolu'ya gidiyorum hocam."
* * *
O, bu yokuşu tırmanıp çok daha büyük yokuşları aşmak için Anadolu'ya geçecekti. Bense, bu yokuşu çıktıktan bir gün sonra ancak Bodruma evime gidebilecektim...
Sizin de böyle hissettiğiniz olmuyor mu? Gidişatın vahametini görüyor bir şeyler yapmak istiyor ama yapamıyor, öyle ebleh ebleh kalakalıyorsunuz!
Öğrencilerin ilgisine hayran kalmıştım, sabırla bekledim hiç vaktim de yoktu...
Yok yok, bu lafım ne küstahça geldi şimdi bana. 54 yaşında bir kere bile gelmediğin Aşiyanda bir iki saatlik beklemeye atıf yaparak, hiç vaktim de yoktu demek ne kadar manasız!
Bahçesinde bile heyecanla oradan oraya koşturan ben, evin içinde bir hanımefendinin sözlerini tekrar dinlemek için yine gideceğim Aşiyan'a: "Kendi elleriyle çizdiği evinin çalışma odasının bir cephesi doğuya, bir cephesi batıya bakıyor, koltuğunu doğu penceresine yaslamıştı ve yüzü batı kapısına dönük oturmayı bilinçli olarak kurgulamıştı..."
Neden doğu-batı arasında kalalım ki değil mi? Rönesans'ın, doğu felsefesinden, edebiyatından, kültürel ve tarihi zenginliğinden ne kadar çok etkilenmiş olduğunu kim inkar edebilir?
* * *
"Biliyor musunuz, gece Reşat Nuri Bey'in Çalıkuşu romanını okumaya başladım. Çok beğendim. İhmal edilmiş Anadolu'yu ve genç bir hanım öğretmenin yaşadığı zorlukları ne güzel anlatmış. Bitirince İsmet'e vereceğim. Sonra sizler de okuyun."
Büyük Taarruz öncesi, Mustafa Kemal Paşa Çalıkuşu'nu elinden düşürmez ve yakın çalışma arkadaşlarıyla kitapla ilgili düşüncelerini bu şekilde paylaşır.
Cephede en yoğun çatışmalar sırasında gencecik bir kadın öğretmen; bir Çalıkuşu, ona gelecek günlerin aydınlığını müjdeliyor olmalıydı...
"Elbet Sefil Olursa Kadın, Alçalır Beşer."
"Burada Fikret merhumun cümlece malum olan bir sözünü hatırlatırım." Diye yukarıdaki sözleri söylediği sırada 1925 yılında İzmir Kız Öğretmen okulunda bir konuşma yapıyordu Paşa.
* * *
Kendime geldiğimde, saygı duruşu bitmiş, İstiklal Marşımız okunuyordu, daldığım yaşanmışlıklardan bir anda yüzyıl sonrasına, bugüne çıkagelmek irkiltmişti beni.
Gördüğüm manzara karşısında tekrar düşüncelere daldım.
Cumhuriyet ve Atatürk birbirinden bağımsız düşünülemezdi... Ve bu fikri şahsiyeti anlamak, anlatabilmek dahası yaşatabilmek onun dediği gibi olabilirdi ancak: "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir."
De nasıl? Paşam...
Fikirler değil kişiler iktidardaysa hâlâ ve fikirlerin değil kişilerin peşindeyse hâlâ iktidarı muhalefeti ve eyyam hâlâ sağ-sol fark etmeden genel kabul olmuşsa; ister istemez o kalabalıkta, o takım-kravat arasında Cumhuriyetin en büyük erdemi olan liyakati sorguluyorsunuz!
Ve doğrunun gücüne değil de yalanın güzelliğine kanıyorsa ahalim!
* * *
O, Tercüman okuyordu, bense Cumhuriyet... Üniversitede aynı sınıftaydık ve aynı takımda futbol oynuyorduk.
Bir gün bana gereksiz, anlamsız, hiçbir yere varmayacak tartışmamız sırasında, sen bu gazeteyi okuyorsun ama onun sahibi: "Ben Atatürkçü Değilim." diye kitap yazmış bir adam biliyor musun? Dediğinde, dut yemiş bülbül gibi kalmıştım.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın önemli şahsiyetlerinden ve Atatürk'ün talimatıyla Halide Edip Adıvar'la birlikte Milli Mücadeleyi dünyaya duyurabilmek için Anadolu Ajansı'nın da kurucularından olan ve aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesinin de sahibi Yunus Nadi'nin oğlu Nadir Nadi'nin kitabıydı söz ettiği.
Fakat bu arkadaşımın kapıldığı yanlışlık; bile bile ve isteye isteye yaptığı maksatlı bir kandırmacadan ibaretti...
Bu kandırmacayı yine görmüştüm; anılardan ve düşüncelerden sıyrıldığımda, İstiklal Marşı henüz bitmişti.
Tüm ahali ayaktaydık, fikirlerine inanıyor ve fakat kişilere itaat ediyorduk!
Sonra bakındım biraz daha; hem sağa hem sola... Endişelerim azalacaktı görebilseydim bir pijamalı muteber!
Eyvallah.
Serdar Gündoğ kimdir? Serdar Gündoğ, Pınarbaşı / Kayseri doğumlu. İlk ve Orta Okulu Ankara'da, Liseyi ise Aydın'da tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümünü İzmir'de bitirdi. Türkiye'nin ilk haber portallarından Bodrumhaber.com ve aynı adla yayımlanan günlük gazetenin genel yayın yönetmenliğinin ardından çeşitli yerel haber portallarında ve Posta ve Milliyet gazetelerinin eklerinde haftalık yazılar yazdı. 2009 yılından itibaren yerel ve genel seçimlerde kampanya yöneticiliği ve danışmanlıklar yaptı. Çevre ve insan temalı farkındalık projeleri için fikir ve senaryolarına da katkı sağladığı kısa filmler ve belgesellerin yapımcılığına devam ediyor. Marka ve siyasi danışmanlıkları bulunan Serdar Gündoğ, Frame Bodrum Kültür ve Sanat Merkezi yöneticiliği yapmaktadır. |