Serdar Gündoğ

16 Şubat 2025

Bir Ankara bebesinin günlüğünden...

Eşit yağardı yağmur Ankara’ya, herkesi aynı ıslatır, kimseyi ayırmazdı, hepimiz aynı üşürdük yağan karda, ellerimizi kavuşturup yüzümüze götürür, nefesimizle ısıtırdık soğuktan donmuş parmaklarımızı. Nefesti Ankara...

Çocukluğumun Ankara’sı, yaş ellilerin ortasına varınca gittikçe benden uzaklaşıyorken yine de bazı hatıraların o kadar da geride kaldığını söyleyemem.

Memur babam ve itinayla dikiş diken kadın; annemin terzilikle büyüttüğü çocuklardık; bir odasında kömür sobamızın anamızın maharetli elleriyle içimizi dışımızı sımsıcak ettiği evimizde.

İki kız ve iki erkek, dört kardeş birbirinden eşit aralıklarla küçükler ve büyüklerdik.

Evin içinden tüm mahalleye taşan, hiç bitmesin istediğim çok güzel oyunlar oynardık, bir de ‘çanak çömlek patladı’ mıydı, aman o ne mutluluktu.

Cumhuriyet bayramlarında Hipodromda yürüyüş heyecanı yaşayan nice öğrenciden biri olduğum zamanlardaysa müthiş gurur duyardım kendimle, şeref tribününden geçerken Mustafa Kemal Atatürk’ü selamladığımı canlandırırdım zihnimde.

O yürüyüşlerde, ciddi, muntazam ve nizamiydim, daha renkli bile olmayan televizyona çıkma ihtimalim yüksekti ki çoğu zaman annem beni gördüğünü söylerdi.

Onun için tüm çocuklar bendim belki de...

Biraz ötede Genç Türkiye Cumhuriyetinin her keseden ve kesimden bir sınıf varsaydığı halkın alkışları arasından geçmek bir başka gurur yaşadığım andı.

Provalarda kolejliler geçerken sağımızdan solumuzdan, belediye otobüsleri içinden sesimiz yettiğince koro halinde sövgü gibi değil de daha çok gırgırına bağırmayı çok severdim:

“Hop Hop Kolej Top Kolej, Siz Paralı Biz Beleş!” 

Halliceydi çocukluğumuz, aynı mahallede, görece bizden daha imkanlı çocuklara nazaran...

Varlık ve yokluğun çok anlamı olmadığı iç dünyamızda anne ve babamın, bir komşu ya da arkadaşım için ne Kürt dediğini hatırlarım ne Alevi ne Sünni, ne Ermeni ne Yahudi...

Bilmezdik öyle, kimine komşu, kimine arkadaş, kimine yoldaştık biz.

Böyle yetiştiğimiz için, aklımın başıma geldiği taze gençliğim ve daha olgun yaşlarımda hep minnet duydum ebeveynlerime.

Babam, akşam olup da eve gelince konuşulmamış bir mutluluğu duyardım içimde, dışarda emperyalist bir kışkırtma, her gün yeni ölümler doğuruyordu çünkü.

Ve belki de her sabah Zaide’m türküsüyle uyanırdık, bir kırgınlığın ve az çok küslüğün çıkardığı gurbette, babamın babaannem Saide’yi özlediğini geçirirdim içimden.

Hala bir elmayı iştahla yediğini gördüğümde, çok ama çok uzun yıllar geçmiş olsa da babamın kendini hep sılada hissetmiş olduğunu düşünürüm...

Eşit yağardı yağmur Ankara’ya, herkesi aynı ıslatır, kimseyi ayırmazdı, hepimiz aynı üşürdük yağan karda, ellerimizi kavuşturup yüzümüze götürür, nefesimizle ısıtırdık soğuktan donmuş parmaklarımızı.

Nefesti Ankara.

Sanırdım ‘yurtta ve cihanda’ öyleydi!

“Barış, aslında güçlünün güçsüze dayattığı şartların itirazsız kabul edildiği ve bu denge bozulana kadar ki toplumsal ilişkidir.”

Küçüklüğümde öykündüğüm şeylerden biri de akranlarımdan imkanlı olanların pek üzerinde konuşmayı sevdiği günlükleriydi.

Bir zaman sonra ben de bir yeni yıl ajandası edinerek başlamış ve çoklukla Erdal Atabek, Uğur Mumcu, İlhan Selçuk gibi yurtsever aydınlarımızın ve Nazım gibi büyük ustanın bazı satırlarını kendime not almaya başlamıştım.

Benim günlük biraz garipti tabii, bazen haftalık bazen aylık gibi oluyordu.

Günlüğüme, ‘Hızlı Gazeteci’ Necdet Şen olarak not düşmüş olduğum yukarıdaki alıntı hiç unutamadıklarım arasında.

O yaşlarımdan beridir, gözlemliyorum; kim ne vaat ediyorsa o bir türlü gelmiyordu.

Demokrasi, Adalet ve Barış!

O yaşlarımdan beridir, hep güçlünün elinde; yine insanlığı terbiye etmek için nice itirazsız (muhalifsiz) şartlar dayatıyor, yeni iş birlikçileriyle!

Bir Ankara bebesinin günlüğünden...

Eyvallah.