Şengün Kılıç

27 Şubat 2022

Ölüler, bir koyup üç almaz

Henüz Suriye krizi çözülmemişken Türkiye yeni bir savaşa komşu oldu. Bu kez, Erdoğan'ın Türkiye'yi sıkı bağlarla bağladığı iki ülke, Rusya ve Ukrayna karşı karşıya. Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal'dan bu yana Türkiye dış politikasına hâkim olan "krizi fırsata çevirme" fikri bakalım bu kez nasıl sonuçlanacak?

"… Ve şu anda Bay Putin, ölüm ve yıkım ekiyorsunuz. Her şey size bağlı. Ukraynalılar ülkenize saldırmadı. İçeri girdiniz ve ülkelerine saldırdınız. Tüm bu ölüm ve yıkım dönüp sizi vuracak ve içinde bulunduğumuz bu büyük resimde, ektiğinizi nesiller boyu biçeceksiniz." Ünlü sinema yönetmeni David Linch'in, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sonrası Devlet Başkanı Vladimir Putin'e yaptığı uyarı böyle.

Yaşadığımız bu tuhaf çağda, bu sabah dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar günlük uğraşlarına hazırlanırken savaş bölgelerindekiler hayatta kalmak için yeni yollar bulmaya çalışıyor, hiç gelmeyecek yardım için çığlık atıyorlar. Savaş bölgeleri kervanına en son Ukrayna katıldı. Her ne kadar barış istemek bugünlerde aptalca bir romantizm sayılsa da yine de hiç unutmamak için sürekli tekrar etmek gerek: Barış, hemen şimdi!

Invisible Dad, Result of War, Evaldas Ivanauskas

Kârlı meslek, savaş tacirliği

Savaş dönemlerinde silah ticareti, karaborsa, yerle yeksan edilen şehirlerin inşaatının en kârlı iş kolları olduğu bilinen bir gerçek. Bunca tüccarın yanında insanın "barış istiyorum" demesinin dışarıdan bakıldığında pek bir romantiklik, pek bir naiflik gibi görünmesine de şaşmamak gerek, ne de olsa konu iktidar ve para. 

Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Irak'ın Kuveyt'i işgali ile başlayan ve pek çok kesim tarafından alkışlarla karşılanan "aktif dış politika"sı bugünün dış politikasının temelini attı. 9 Kasım 1989'da Özal, TBMM'de, Atatürk'ün, "yurtta sulh cihanda sulh" ilkesine bağlı kalmakla birlikte, yeni yüzyılın şartlarını da göz önünde bulunduran aktif bir dış politikanın gerekliliğinden söz ediyor ve "21. yüzyıl Türk yüzyılı olacaktır," diyordu.

Türk yüzyılını başlatmak üzere de, 2 Ağustos 1990'da başlayan Kuveyt işgalinde Türkiye'yi savaşa aktif olarak sokmasa da en istekli destekçi oldu. Türkiye, Birleşmiş Milletler'de (BM) alınan yaptırım kararlarının da ilk uygulayıcılarındandı. 7 Ağustos'ta önce Yumurtalık Boru Hattı kapatılarak, günde 1,5 milyon varillik petrol akışı kesildi, ardından Irak'ta çalışan müteahhit ve işçiler, işlerini terk edip geri döndü, sosyal bağlantılar koptu ve siyasi-diplomatik ilişkiler durma noktasına geldi. Bunlar kayda geçen sonuçlardı, bir de savaş nedeniyle evlerinden olan ve kimsenin umursamadığı milyonlar var, zaten "barış, hemen şimdi," diyen etkisiz elemanlar da bu kesim oluyor genellikle. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün 1992 raporuna göre, yüz bin Kürt ve Şii Irak vatandaşı savaş sırasında ülke içinde yer değiştirmek, sadece mart ve nisan aylarında da iki milyona yakın Kürt, Suudi Arabistan, Türkiye ve İran'a sığınmak zorunda kaldı. "Büyük resmi" görüp stratejiler çizen ya da para kazananlar neden barış istesin ki!

Bir koyup üç alacağız

Kuveyt işgali dönemine damgasını vuran söz ise kârlı bir iş kolu olan savaşta "bir koyup üç alacağız" cümlesi oldu. O dönem Özal, "hayır, ben böyle bir şey söylemedim!" demedi ama ölümünden yıllar sonra, dönemin Sağlık Bakanı Halil Şıvgın katıldığı bir televizyon programında, "ABD'li büyükelçi, bizim arkadaşımız Vehbi Dinçerler'e söyledi o sözü. Arkadan yetişen gazeteciler diyorlar ki ‘Elçi size ne dedi?' Arkadaşımız da cevap veriyor, ‘Ya bir koyup üç alacaksınız, niye hâlâ Özal girmiyor bu işe?' İşte bunu yıllardır Özal'ın ağzındanmış gibi aktardılar," açıklamasını yaptı. Bu cümleyi etti mi etmedi mi bilinmez ama savaşta bir koyup üç alma planının Özal tarafından da benimsendiğini, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Engin Güner'in anlatımından anlıyoruz. Güner, "Bu konuda da diğer konularda olduğu gibi, Özal'a atfen, bir koyup üç alacağız şayiası çıkarılmıştı. Özal kesinlikle böyle bir şey söylememiştir. Ancak şu da bir gerçektir ki bu konuda aktif rol oynadığımız takdirde, daha kazançlı çıkacağımıza inanıyordu," diyor. (Özallı Yıllarım: Başdanışman Engin Güner Anlatıyor, Doğan Kitap, 2014)

Bu, bir koyup üç alma beklentisinin neticesi ise Türkiye açısından şöyle: Kuveyt'in kurtarılması sonrası, bölgede kayba uğrayan ülkelerin zararlarının Kuveyt'in petrol gelirlerinden tanzim edilmesi kararlaştırılmış olmasına rağmen Türkiye bu işin dışında bırakıldı. Savaştan önce, Irak'a en fazla ihracat yapan devlet Türkiye iken; ambargo sonrasında Irak'a en fazla ürün satan ülke ABD oldu. 

Bölgede siyasi ve ekonomik etkileri hâlâ devam eden savaşın üzerinden geçen yılların ardından 2002'de Fazilet Partisi Ankara Milletvekili Zeki Çelik, Devlet Bakanı Kemal Derviş'e, Körfez Krizi nedeniyle Irak'a uygulanan ambargonun Türkiye'yi ne kadar zarara uğrattığını soran bir yazılı soru önergesi verdi. Cevap metnine göre, "40-45 milyar dolarla, Türkiye, kriz nedeniyle en çok zarara uğrayan ülkelerin başında gelmektedir. Körfez Krizi çerçevesinde Türkiye'ye 2 milyar 754 milyon doları hibe, 891 milyon doları kredi olmak üzere toplam 3 milyar 645 milyon dolar yardım yapılmıştır. Zararın telafisi için Türkiye iki kez BM'ye başvurmuş, ancak başvuruları kayda alınmamıştır."

Uluslararası ilişki pıtırcığı

Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kendini konumlandırdığı "dünya lideri" pozisyonunun öncülü de Turgut Özal. Bu pozisyonun ana göstergesi sayılan, telefonu kaldırıp ABD Başkanı ile görüşmenin ilkine de yine Özal yaptı. Körfez Krizi süresince Özal'ın ABD Başkanı Bush'u telefonla aramasıyla başlayan "telefon diplomasisi" sürecinde listeye İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani ve Suudi Arabistan Kralı Fahd da eklenir. Ne kadar etkili olduğunun bir önemi yok, telefonda görüşüyorsan dünya liderisindir, o kadar!

Özal'ın başbakanlık döneminden ölümüne kadar başdanışmanlığını ve sözcülüğünü yürüten emekli diplomat Kaya Toperi bu görüşmeleri şöyle anlatıyor:

"Özal görüşürken etrafında ben, Nabi Şensoy, Mithat Balkan, Murat Özçelik bulunurduk. Yapılan tüm görüşmeleri bir teybe kaydeder, görüşme sonrasında hemen deşifresini yapar, iki saat içinde önüne koyardım. Oturur ‘Şunu iyi söylemişim, keşke şunu da deseydim' diye kritiğini yapardı. Bu zabıtların birer kopyası Cumhurbaşkanlığı arşivinin yanısıra Dışişleri'ne ve Başbakanlık'a gönderilirdi."

Toperi her ne kadar görüşme tutanaklarının kayıtlarından bahsetse de bugün kullanılan dışişlerini boşverip, tanıdıklar arasında iş yapma geleneğinin de ilk örneği yine Özal'a ait. Kriz sırasında Özal'ın, Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Baker ile yaptığı toplantıya Dışişleri Bakanı Ali Bozer'i değil, özel kalem müdürünü alması Bozer'in istifasıyla sonuçlanır. Bugünkü gibi değil tabii, o zamanlar bakanlar aflarını istemiyor, istifa ediyorlardı. Tek adamlığı çok seven ve "krizi fırsata çeviren" Özal'ın bir başka kurbanı da dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay olur. Torumtay da Türkiye-Irak petrol boru hattının Dışişleri Bakanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı'na haber verilmeden kapatılmasını kendi görev alanına bir saldırı sayar ve istifa eder. Bu istifaları, bir koyup üç alma yolundaki küçük zayiatlar olarak değerlendirmişti Özal.

Kahve köşelerinde pişpirik oynarken söylenen, "bana bırakacaklar memleketi, bak nasıl dize getiriyorum dünyayı" sözünden daha değerli olmayan bir dış politika 1980'den bu yana ilmik ilmik dokunarak bugünlere geldi. Tek adamlar bir koyup üç almanın peşinde, bir gün NATO'yu, bir gün AB'yi göreve çağırır, ertesi gün bir oylamada yaptırım uygulanmasını istediği ülke için çekimser oy kullanır. "Reel politik" derler sonra buna. Bu arada yerinden yurdundan edilenler ya ucuz iş gücü ya pazarlıkta bir kozdur, kısacası sadece küçük ayrıntılardır onlar için. Kabul etmek lazım, "Evet bu bir kriz ama her kriz aynı zamanda fırsatlar da getirir," cümlesinin karşısında, "Barış, hemen şimdi"nin ne değeri vardır ki?