Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin, İstanbul kadar güzel, fedakar, şakacı, sürprizli ve dertli bir metin. Daralan, küçülen, sıkışan ve sürekli deformasyonla boğulan İstanbullu anne, kızı ve torunu üzerinden hüküm süren bariz hissizlik inadına müthiş iyi hissettirilerek tedavi ediliyor sanki.
Herhangi bir politik itiraz yetisi olmayan sıradan üç kadının kamusal alanda var olamayışlarının çatışması kusursuz bir eylemsizlik üzerinden seyirciye güçle tesir ediyor. Oyuncuların oyunun en başından sonuna oturdukları sandalyeden kalk/a/mayarak sergiledikleri eylemsizlik sınırındaki performans neredeyse seyirciyi mizah dolu hüznüyle adeta hop oturtup hop kaldırıyor. Evet oturdukları yere yapışmışçasına stabil kılınan karakterlerin edimsizliği hem seyircinin kendi hayatında ayağa kalkamadığı her an için zıplatıyor hem de karakterlerin çıkışsızlığına isyan ve eşlik ettiriyor. Aslında hayatlarında pek çok iniş çıkış ve farklı yenilgiye rağmen hiçbir şey olmuyor.
Althusser ‘Hiçbir şey olmuyorsa, devletin ideolojik aygıtları kusursuz bir şekilde çalışmaktadır’ der ve oyunda da evler yıkılır, parklar kaldırılır, gökyüzü görünmez olurken veya hayatlarını paylaştıkları erkeklerin tüm aşağılaması, şiddeti ve sonuna kadar kendilerinin emeğini, mülkiyetini ve bedenini sömürmesine karşın sanki gerçekten hiçbir şey olmaz. Olağanı bu zaruri teslimiyetmiş gibi algılayan karakterler içsel çatışmalarla dar alanda çırpınır dururlar. Ne de olsa anneanneyi canlandıran Ayfer Dönmez’in dediği gibi ‘alnında ne varsa odur’… Dolayısıyla eylemsizliklerinden sorumlu değildir hiçbiri. Ancak sessiz mutsuzluklarında kendi yaşamlarını kimsesizce kendilerine boykot eder gibidirler. Anneyi canlandıran Başak Kıvılcım Ertanoğlu kızına ‘sus’, kocasına ‘tamam’, annesine ‘pekiyi’ diye boyun eğerken kendisine verilen ömrü emanet gibi yaşayan milyonlarca kadını tüm hücrelerinde hissediyor ve hissettiriyor.
Öte yandan kendi ömrünü sadece taşıyor, tüketiyor ve yaşamıyor. Melis Öz’ün canlandırdığı genç kızın yeni bir yol denese de çıkış yolu bulamaması yanlış sistemde doğru yaşanma ihtimali olmadığını ispatlıyor. Yani yaşa/ya/madıklarını hissettiriyorlar.(Çok zor olmalı ama oluyor, oldu!) Böylece sandalyeye çakılı gösterilen yüksek performans kadınların farklı devinimsizliklerine anlamlı açıklamalarla derinlikler kazandırıyor.
Aslında oyuncular oturdukları yerden anlattıklarıyla seyirciye İstanbul’un semtlerindeki kentsel dönüşümün yakın tarihinde zihinsel bir yolculuk yaptırıyorlar. Üç kadının odağından anlatılan kadınlık hallerine mekana yapılan (kentsel dönüşüm) ihanet eşlik ediyor.
Mekana yapılan ihanet, eziyet ve acımasız sömürü kadınların bedenlerini mekan ve yurt gibi kullananlarınkiyle denk düşüyor. Kadınlar İstanbul’dan güzel olmakla kalmıyor, İstanbul gibi dertli, travmalı, sessiz ve yine de şenlikli güzellikleriyle toprak kadar verimli olmayı fedakarlıktan bile saymıyorlar.
Bu zorlu, acı dolu ve hızlı yakın tarih gezintisi birçok yıkım ve kıyımı estetize bir mizahla dayanılır kılıyor. Karakterlerin kendi geçmişlerinin yıkılmasına seyirci kalmalarına paralel bir süreç seyirci içinde geçerli olduğundan katmerli ve derin bir sızı sahneden dalga dalga saçılıyor. Metnin yazar ve yönetmeni Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun ironi dolu dili, acının mizahını öylesine dengeli süzüyor ki ağlatacakken güldürüp, kahkaha atacakken bastırıyor. Netice de devinimsiz oyuncuların yerini kıpır kıpır kendi duygu fırtınasında şaşıran seyircinin hareketi alıyor. Salonda gözünü silen, kahkahasını susturmak için elini ağzına bastıran, sözleri kaçırma endişesiyle sahneye eğilen toplulukta belli belirsiz bir hareket kabına sığmamak olarak netleşiyor.
Ses, ışık ve dekor gibi diğer öğelerin neredeyse hiç olmaması oyunculuk merkezli tercihin altını çiziyor elbette. Üstelik jest, mimik ve beden dili üzerinden çalışan bir oyunda durağanlık esas olunca karakterlerin eylemsizlik içindeki her eylemleri ekstra güç ve anlam kazanıyor ve en küçük devinim inanılmaz büyük bir etki yaratıyor.
Böylece yüksek performans denilince akla gelen taklalar, danslar ve akrobasiyi aratmayan şaşırtıcı figürler yerine bazen durağanın yarattığı sahicilik, samimiyet ve absürt gerçeklik değerini buluyor. Hangisinin daha zor olduğu da ayrı bir konu şüphesiz…
Ancak Kâtip Bartleby’nin unutulmaz ‘yapmamayı tercih ederim’ deyişi, Gezi’de Duran Adam’ın tüm eylemlerden daha eğlenceli, sürprizli ve zarif itaatsizliği ve Thomas Bernhard’ın bir berjer koltukta başlayıp biten romanı ‘Odun Kesmek’ akla düşünce bazen usulünce durmak, durmayı anlatmak, durarak anlatmak çok daha etkileyici ve kalıcı bir etki bırakıyor.