Şenay Tanrıvermiş

10 Mart 2023

Şark’ın Bekleme Köprüsü İstanbul; ALEF

Bilinen İstanbul’a saklanan, arzu edilen, korkulan, tehdit eden ve bağışlamaya teşne İstanbul eklenir. Neredeyse izleyiciyi İstanbul’dayken ‘İstanbul’a gitsem, İstanbul’u bulsam, İstanbul’u öğrensem’ duygularına iter Alef

Ölümü düşünüyorum, o halde Batı’lıyım! Doğu’dan çıkıp gelmiş ilk Batı’lıyım ben, Batı olmuş ilk Doğu! Orhan Pamuk (Sessiz Ev) 

İstanbul, insan-özne ilişkisi açısından çağın ihtiyaçlarına ters ve geçmişle köprülerini yıkarak tarihine ihanet eden bir hedefe doğru ilerlerken bazı dizilerin seçtiği ve kurguladığı bir İstanbul evreni var ki gerçeğinden çok daha fazla seyir keyfi veriyor. Yönetmen Emin Alper ‘Alaturka polisiye’, ‘islami noir’ ve ‘distopik drama’ gibi birbirine uzak türleri harmanlayarak depresif, bazen heyecanlı, duygusal, derin ve özgün bir doku ve dil oluşturuyor. Melisa Sözen, Kenan İmirzalıoğlu ve Ahmet Mümtaz Taylan’ın başrollerini paylaştığı Alef, İstanbul Boğazı’nda bulunan bir cesedin ve ardından gelen cinayetlerin sırrını çözmeye çalışan iki komiserin bireysel dramlarını da beraberinde anlatıyor. Öyle ki iki dedektif İstanbul’un bir ucundan diğerine deliller ve şüpheliler peşinde cirit atarken İstanbul’a ağıta dönüşen bir dünya inşa oluyor, İstanbul başrolleri oynuyor...

FX ve BluTV ortaklığında May Productions tarafından çekilen Alef iki dedektifin arayışlarını bir İslam tarihçisi kadın rehberliğiyle işlerlik kazandırıyor. İstanbul Üniversitesi öğretim görevlisi Yaşar (Melisa Sözen) cinayetleri aydınlatan sembolleri İslam tarihine yön veren tarikatlar üzerinden anlamlandırıyor. Ancak bu okuma biçimi kararlı bir yüzleşmeye rağmen tarikatların içinde hatta aktif olarak parçası kalmaya da engel teşkil etmiyor. Üstelik geldiğin yerin içine dışarıdan bakma çabası yüzyıllardır saklanan sır perdelerini aralarken İstanbul’u kuşatan cinayetler sürmeye devam ediyor. Emre Kayış’ın yazdığı senaryoda tarif edilen İstanbul için Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Şark oturup beklemenin yeridir" referansıyla aslında aralanmaya çalışılan sır perdesinin neden asla tam olarak açılmadığı da açıklanıyor. Yer yer kendi hayaletine dönüşen iki komiser cinayetleri çözdükçe düğümler sıkılaşıyor, karanlığa sebep olan ‘şark bekleyişinin’  büyüleyici kasveti her mekanda tezahür ediyor. Komiserlerin olayın üstüne giderken ki tezat tutumları kendilerini aramaya ve kendilerinden kaçışa da alternatif oluşturuyor. Şarka özgü bir sabırla ‘bekleme’ fiili hem statik hem dinamik kendinde tutuklu kalmak gibi bir kısır döngüye evriliyor. Tanpınar’a gönderme yapan dizi Huzur romanında birçok adreste hasta bakıcı arayan kahramanın vazgeçişini çünkü şarkta eylemle değil ancak beklemeyle sonuç alınmasını komiserlerin beyhude çabasına benzetir. Rıza ve sabır pasif birer durum gibi görünse de komiserlerin aktif bekleyişleri bir tür zorlamaya ya da baskı yaratıyor. Beklemek ve teslimiyetin eyleme dönüştüğü İstanbul’da gizemin en hakikisi kişinin kendinden sakladıklarıdır ve iki komiser hakikate açılan çıkmaz sokaklarda, karanlık boğaz sularında ve titrek meyhane masalarında bir tür doğu terbiyesine icap etmek zorunda kalıyorlar. Cemil Meriç’e göre Şark; “İrfanın anavatanıdır. Şiirseldir, Doğu’nun kapısı durağan bir huzura açılır. Doğu, enfüsi hakikatlerin müştakıdır. Doğu, gizemin yurdudur. Doğu’dan teslimiyet devşirilebilir. Doğu bütünüyle ruhtur. Bu ruhtur ki cinayetleri derin boğaz sularında saklar, bekler hatta belki korur.

Cinayetlerin sırrına yaklaştıkça kendi kapanlarına kıstırılan komiserler cinayetlerin faili ve kurbanı olmaktan da kaçamazlar. Örneğin kendini yakalama, kendine yakalanma ve/ya kendinden geçme ihtiyacı "kul kendi fiilinin yaratıcısıdır’’ dizesiyle açıklanır.  ‘Mu‘tezile’nin, ilâhî irade ve kudretin hiçbir etkisi bulunmadan insanın kendi kendine fiillerini yaratabildiğini kabul etmesi’yle açıklansa da sünnî âlimlerce şiddetle eleştirilmiştir. Dolayısıyla her ikisi de evlatlarını kaybeden iki komiser tahammülü zor vicdan azabı ve suçluluk duyarlarken İstanbul’un dehlizlerinde, meyhanelerinde, mezarlıklarında kendilerini aklama açlığıyla da kıvranırlar. Tıpkı dimdik duran İstanbul’un sallanıp yıkılmaya benzer bir bekleyişte olması gibi!  ‘Eğer kul kendi kaderini yaratıyorsa kendi çocuklarının gizli katili olmaktan arınmaları imkansızken Allah’ın kaderini icra ediyorlarsa sadece birer zavallı kukla mıdır karakterler?’ gibi zor sorular viski ve rakı şişelerinde unutulmaya çalışılır. Öte yandan zikirler çekilir, hu’lar arşı ulaşır ve İstanbul hiç uyumaz. Tüm dinlerde ve pek çok sanat eserinde sorgulanan özgür irade ve kader çatışmasının ortasında kalan karakterler için İstanbul eşsiz bir sorgulama mekanıdır. Hem doğudur hem batı, hem katildir hem kurban, hem sarhoş salaş meyhane hem semazen ve post-modern barlar, hem cennet/cehennem hem ebedi araf, hem hastadır hem doktor, hem boğazdır hem dağ, tepe, hem ölümdür hem doğum, hem ibadet hem ihanet, hem gizli ve büyük aşktır, sadık ve cefakar eş hem sonsuz ihanet ve terk, hem...

Olayların geçmişi mimari öğeler aracılığıyla dini ve mistik referanslarla üstelik güçlü bir estetikle hem büyüleyici hem de kasvetli kılınır. Bugünün eğilim ve ideolojisine mekan aracılığıyla eleştiri getirilirken ‘şark’ın nitelikli kültürüne saygı duruşuyla oryantalist bir yaklaşımdan da uzak durulur. İstanbul’a batıdan ya da doğudan değil ta içinden hücrelerine bakan işleyiş bir tür tanışma ve kendinle karşılaşmanın sürprizleri ve şoklarını doğurur. Bireyin mahremiyet, aidiyet, anlam ve algı gelişiminde kimlik edinmesi veya edinememe problemleri mekanın tezahürüne benzer yaralar, kayıplar ve kazançlara paralel açıklanır. Gösterilen ve gösterilmeyen ‘İstanbul’ kamusalı tarifleyen coğrafik kaderin açıklamasına dönüşür öyle ki bastırılan, yok edilen ve yine de bir şekilde gizli saklı filizlenen alternatif yaşamlar özellikle iki komiser üzerinden verilir. İçinde oldukları travmatik hayatların gereksinimleri, inkarları ve güdüleri yok edilen, varlığı kabul edilmeyen kadim bilgiler yine de alttan alta yüzeydekini aydınlatır. Ne var ki aydınlanmaya yüz tutan her cinayet yeni ve daha koyu bir karanlığı işaret eder. Keşke ideolojinin baskısıyla kamusal mekan bu kadar katledilmese de cinayetler bu denli hunharca ve planlı olarak önce kendisini hırpalamasaydı ve dolayısıyla akustik pasajlar, parke sokaklar, Rum-Ortodoks ikonlar, türbeler, mescitler, tarikatlar ve elbette boğaz böylesine hüzünlü ve gaddar bir katile dönüşmeseydi dedirtir Alef’in İstanbul’u. Başroldeki İstanbul’un katil ve kurban olarak bireyin kaderini yazana dönüşmesi için kurgulanan mekanlar detaylı bir kolaj çalışmasından oluşur. Dahası 60 farklı yerde yeniden dekor yapıldığı bilinir. Ayrıca dizide çağdaş sanatçılardan Ayşe Topçuoğulları, Cansen Ercan, Dicle Çiftçi, Dilek Yerlikaya, Emin Turan, Kadriya İnal, Olgu Ülkenciler ve Osman Nuri İyem’in eserlerine yer verilmesinin sosyolojik, psikolojik, ideolojik katkıları dizideki İstanbul evrenine incelikli boyutlar kazandırır. Gerçekte her gün milyonlarca insanın deneyimleyerek yaşadıkları kendi ‘İstanbul’u dizi aracılığıyla tetkik, tedavi edilirken doğup doğup ölür. Bilinen İstanbul’a saklanan, arzu edilen, korkulan, tehdit eden ve bağışlamaya teşne İstanbul eklenir. Neredeyse izleyiciyi İstanbul’dayken ‘İstanbul’a gitsem, İstanbul’u bulsam, İstanbul’u öğrensem’ duygularına iter Alef.

İstanbul’dayken İstanbul’u özleten dizi şarkiyat kültürünün mistik, baharatlı, dumanlı, alaturka öğeleri doğru müzik ve ses kullanımıyla birleşince içindeyken ulaşamama etkisi derinleşir. İstanbul pasajlarının sürprizli esnafları, kaotik meydanların sakladığı tutuk diyaloglar, eski arabanın içinde yankılanan sanat müziği şarkılarının virajlarda savruluşu, tozlu İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde arkeolog sabrıyla satırları bekleyen sessizlik, batıdan gelen genç komiserin caz ve viski eşliğindeki ıssızlığı sadece görüntülerle değil sesle İstanbul’a saygı duruşuna varır sıklıkla. Örneğin ilk sezonun ilk bölümünde çanlar, korna sesleri ve boğazın dalgaları acı dolu bir ninniye dönüşür. Uyuyan, unutulan, hortlayan ve üzerine beton dökülen İstanbul seslerinin tınısı acı dolu gölgeler yaratır. Jeneriğindeki Rum Ortodoks ilahileri ile tasavvuf musikisinin buluşması ise şüphesiz tek kalıba sığmayan İstanbul’u işkence görmüş cesetler üzerinden tanımlayarak susturulanlara saygı duruşuna çağırır. Adeta şarkın bekleme köprüsü İstanbul azıcıkta olsa aslına rücu etmeye gayret edince ayrımcılıktan usananlara zarif bir selam çakarak sona eriyor ki bir tür vuslat, hasret, ihanet, intihar ve doğum…