Şenay Tanrıvermiş

07 Kasım 2015

Özen Yula’nın İstanbul’unu ÇOK ÇOK ÇOOOOOOOOK sevdim!

Oyun kendi acısına karşı duyarsızlaşan bir kadının çok acıklı öyküsü, hiç umursanmıyor gibi ve güldürerek anlatılıyor

Özen Yula tiyatromuzun doğulu ve batılı, özgün ve evrensel, klasik ve popüler olmayı başaran, yaşayan en güzel efsanelerinden biri. Genellikle sıradan insanın derinliğini hiç teatral cümleler kurmadan zerk ettiğinden ve görünen sığlığın altındaki çetrefilli balçığı herkesin anlayacağı kadar basit bir dille anlattığından, dolayısıyla zoru kolay kıldığından olabilir. Tabii burada basiti kurmanın kolay olmadığı hatırlanmalı ve dilinin şiirsel temizliği, saflığı ve melodik yapısının altı elbette çizilmelidir.

Oyunun konusu ülkemizde artık bir erkek sporuna dönüşen kadına şiddeti işliyor. Şiddetin haber olmaktan çıkıp magazinleşerek bir tür tatmin ve eğlence aracına dönüştüğü günümüzde, kendi acısına karşı duyarsızlaşan bir kadının çok acıklı öyküsü, hiç umursanmıyor gibi ve güldürerek anlatılıyor. Bu yaklaşım, yabancılaşma kavramından ziyade Foucault’nun disipliner iktidardan ayırdığı ve ‘normasyon’ değil ‘normalizasyon’ olarak adlandırdığı, sistemleşen ve sanki zaten sistemleşmesi gereken şiddetin aslında zıddıyla nasıl güçlendiğini akla düşürüyor. Çünkü artık kendi gerçeğine ve kimliğine yabancılaşmanın ötesinde katilinle işbirliği içinde olmanı gerektiren bir çıkışsızlık, çözüm kadar normalleştiriliyor. Kaldı ki kadına karşı şiddet kişinin kendine özsaygısını kaybetmesiyle yaşam içinde idare edilmesi gereken hatta flört ve aşk kavramlarıyla iç içe geçirilerek idealize edilen bir duruma dönüşmüş gibi görünüyor. Bu durumda aynen dışarda olduğu gibi oyunda da norm haline gelen ‘dayağı’ güvenliği için yediğine inanan kadınlar çoğalıyor. Hannah Arendt’in ‘zihinsel yarık’ olarak değerlendirdiği davranışsal, bilişsel, duygusal ve fizyolojik olarak pusulası şaşmış, anlamaktan mahrum karakterler, bozuk ilişkileri esas alarak eksik ve sarsak bir boşluğu esnettikçe denetim mantıklarını tamamen bitiriyorlar.

Metindeki her karakterin suçtan, baskıdan, şiddetten arındırılmış bir yaşamı tahayyül dahi edememeleri ve düzeni sürdürmek için normalleştirmeye doymamaları gibi. İşte o zaman birbirinden çalmak, öldürmek ve cesetten kurtulmak için ölüyü parçalara ayırmak kriz değil krizlerin dondurulması için sıradan zaruretlere dönüşüyor. Komşunun kocasını öldürerek küvete yatırmak ve iki kadeh içip ölen adamın karısı ve kızıyla sohbet etmek ve Seda Sayan’ın ‘bahçada mış mış’ını dinleyerek dağıtmak normaldir yani! Böylece zaruretler yasağı, haramı, günahı ve suçu mübah kılmaktan öte sevap, eğlenceli, gerekli, adaletli ve yasal kılıyor. İşte Özen Yula farkı bu galiba! ‘Güler misin ağlar mısın’, ‘kızar mısın sever misin’ gibi ne düşüneceğinizi bilemeyeceğiniz çok tuhaf yaşamsal kalıp yargıların defolarını çıkartırken kahkahaya ve gözyaşına boğması, daraltması, gevşetmesi, kasması ama eşsiz sorgulamalara gebe çıkartması…

Tabii çok doğru bir ekiple çalışarak oyununu kazalara kurban etmemesi de çok hayati! Metne emeği geçenler, öne çıkmaya çalışmadan oyunun malzemesini güçlendiriyorlar. Zeyno Eracar’ın büyüleyici yüksek performansı metni ilmek ilmek tekrar örüyor ve adeta hikayeyi kendisinin kılıyor. Nurhayat Atasoy ise canlandırdığı çok zor olabilecek karakteri bedeni ve sesiyle unutulmaz kılıyor ve oyunu nefis yükseltiyor. İlkin Tüfekçi’yi tanıyanlar dahi tanıdıklarını tamamen unutuyorlar çünkü oyuncu kendini metnin hizmetinden sektirmeyecek bir dengede karaktere vakfediyor. Metnin sonunda oyuna dahil olan Sercan Yener, etkili ve izlemesi keyif veren oyunculuğuyla keşke daha çok izleseydim dedirtiyor. Hüseyin Durak ise silik, ezik ve cinsiyet özelliklerini taşımayan erkek kardeşi canlandırıyor. Şiddeti normalleştiren bir oyunda ters köşe bir ara karakter olarak metni zedelememeyi beceriyor. Ne de olsa cinsiyet rollerinin irdelendiği metnin tek erkeği olarak varlık göster/e/memesi ve hep sahne de olması gerekiyor. Sahnede varken yok olmayı başarmak, varlığıyla ve yokluğuyla göze batmadan sözünü söylemek ama yormayan bir kıvam yakalamak gerektiren bir karakter. Dolayısıyla zor ama başarılıyor. Ceren Ercan’ın dramaturjisi, bütünlüğü doğru ölçeklerdeki kalıplara sokarak metnin aklına, fikrine ve ruhuna güç veren çapaksız, tertemiz ve sağlam bir yapı oluşturuyor.

Oyunun belki de tek kusuru dekor tasarımı olabilir. Ayçın Tar’ın yarattığı atmosfer yerine keşke daha belirgin bir apartman dairesi tercih edilseydi gibi bir yorum getirilebilir ama bu da  tartışılır elbette. Tabii her şey tartışılabilir ama Özen Yula’nın metin yazmadaki ustalığı kadar müziği kullanma ve seçme tercihleri kolay kolay tartışılamaz sanki. İçinde yaşadığı kültürü doğru tanıyan ve teşhis eden sanatçının pek çok video efekti, grafik ve diğer teknik uygulamalar yerine direkt müzikle metni başka açılarla çözümleyen şarkı seçimleri, üzerinde çokça çalışılması gereken değerli saptamalar barındırıyor. Çünkü pek çok oyunda yapıldığı gibi seyirciyi o anda tutmak-eğlendirmek- ve yakalamak için kolaycılıktan değil, kaldı ki bunları da başarıyor zaten! Seçilen şarkılar ve sıralaması, metnin ve hareketin etkileşim biçimlerini tutkallıyor ve kültürel belleğin en söylenmeyenlerini açık açık bağırıyor. Müzik, metindeki onca kıyametten sonra ağlanacak hale güldürürken bir de üstüne oynatıyor… Kısacası yozlaşmanın normalizasyonu nasıl olurmuş seyirciye kendi üzerinde test ettiriliyor.