‘Gösteri’, yaşamın yerini alınca çevreyle kurulan bağın çeşitli ‘küçümseme’ biçimlerine dönüşmesi esaslı bir var oluş biçimi haline gelir. Ceren Ercan’ın yazdığı Köpeklerin İsyan Günü birbirini küçümseyerek var olanlarla ancak küçümsenmeyi hak edecek kadar görünürlük kazananların çatışmasından doğuyor. Tamamen nüanslarla dolu ve manipüleye yeltenmeyen bir dille anlatılması, açıklaması neredeyse imkansız sınıfsal hiyerarşik dengesizlikleri derinden hissettiriyor.
Yönetmen Mark Levitas, gösteri dünyasının sahibi ve köpekleri dünyasına hizmet eden içeriği netleştirmek amacıyla tezat bir sahne kurmayı tercih ediyor ve böylece etkisi kalıcı, mesajları derinlikli ve duygusu sağlam bir anlatı oluşuyor.
Kim olursan ol en azından köpeğini gezdirtmek ve evini temizletmek için küçümsenmeye bile değmeyecek insanlarla karşı karşıya hatta yan yana gelme zorunluluğu işlevsel sahneleme ve hareket eden dekor sayesinde bütünlük ve netlik kazanıyor.
Kimlikler ve dolayısıyla kültür üzerinden oluşmayan kaynaşma mekan ve atmosfer nedeniyle zaruri alışverişi, geçişkenliği ve iç içe yaşamayı anlattığı için metne mükemmelen hizmet ediyor.
Aslında böylesi hem oyuncu, hem yönetmen hem de seyircinin seyir keyfi açısından daha zorlu olsa da anlama derinlik ve boyut kazandırdığından dahası tüm objelerin formlarından kurtulmasını sağladığından çok katmanlı, soyut, sonsuz ve zorlu ancak büyülü bir trans hali yaratıyor. Sanki sürreal olan her şey ve mana gerçekliğe dönüşüyor…
Küçümseyen ve küçümsenenin eşit derecede zavallı, perişan ve korkularla donatılmış yaşamlarında destekledikleri ve reddettikleri değerlerin çatışmasından kesintisiz nefretin çoğalıyor olması ise oyun boyunca tansiyonu yüksek tutuyor.
Çünkü metnin sadece finale bağlı bir sürprize tutunmayan ancak oyunun tümüne nüfus eden söylevi tempoyu zinde tutarken seyirciyi sonunu beklemek yerine anı kaçırmamaya mecbur kılıyor.
Bu gösteriden kurtulmak için ve yine bu gösterinin parçası olmak için pahalı çantalar, teki kayıp yelken eldiveni, Kürt olduğundan şüphelenilen köpek gezdiricisi, sözde aydın bir aileden kaldığı için kıymetli olan kahve fincanı ‘şeylere’ hapsolmanın ve ‘şeylerle’ var olmanın kaçınılmazlığını saf ve kısa bir dille anlatıyor. Bir arada olamayanların ayrılamama mecburiyeti yaşarken fosilleşmiş nefretler yaratarak ahenksiz, zevksiz ve korku dolu bir yaşamı lükse tutunmaya çalışanlar ışığında ikiye ayırıyor. Küçümseyenler ve küçümsenenler!