Yuvakimyon Rum Kız Lisesi her açıdan çok hüzünlü ve utanç dolu yakın tarihin yaralı bir güzeli ve öyle güzel öyle güzel ki ucubeleşen İstanbul’a ve İstanbulluya neleri yakıp yıktığını hatırlatan nefis bir şiir gibi… Ve bir okulun özellikle de ‘öteki’ kabul aedilenlerin okulunda tiyatro yapılması başlı başına bir manifesto. Hem tiyatroyu mekan temelli tanımlardan bir kez daha kurtardığı hem de terk edilmiş daha doğrusu terk ettirilmiş bir okulu sahne ilan ettiği için metne dahli olan anlamlar silsilesi oluşturuyor. Elbette postanede, hastanede ya da herhangi bir lise de bu metinler sahneleniyor olsaydı göndermeleri farklı olacaktı. Ancak iyi ki projenin yaratıcısı Ahmet Sami Özbudak bu enfes harabe okulu bulup bizi oraya çekerek adeta suça, katliama, haksızlığa en azından sessiz kalarak paydaş olan büyük kitleyi suçüstü yakalıyor. Çünkü izleyicinin izlediği her sahne aslında bir gerçeğe gönderme yaparken gerçek hayatta linç ve yağmacı kültüre seyirci kalan seyirciyi iki farklı seyirle karşı karşıya bırakıyor. Yani evet birincisi o anda izlemekte oldukları oyun, diğeri o oyunun temsil ettiği gerçeği izleme hali…
Öte yandan tarihi bir İstanbul semtinde bolca fotoğraf çekilmesine de vesile olan Balat Monologlar Müzesi neden bir semtin yaşanmaz kılınarak ‘müze’ye dönüştüğünü de açıklıyor. Dahası belki de ilk kez bir okul tarihin karanlık sayfalarından kendisine sahte kahramanlık üretmek yerine 'gerçek'le yüzleşiyor, yüzleştiriyor. Her sınıfta farklı bir metnin canlandırıldığı ve her birinin 15 dakika sürdüğü ve dolayısıyla bir kere giderek tüm oyunların izlenemediği post modern bir çığlık. Kaldı ki 4 tam metin izlemek ve dört ayrı duygu ve düşünce dünyasına vakıf olmak yeterince doyurucu ve sersemletici bir etki yaratıyor. Çünkü hoşgörü ve misafirperverliğiyle övünen bir halkın aslında azınlıklarına neler çektirdiğinin canlı bir tutanağına dönüşen bu lise seyirciye göstere göstere öğretiyor. Bahçesinde 25-30 yıl öncesine kadar liseli kızların oyun oynadığı okulun sınıflarında şimdi profesyonel oyuncu ve yönetmenler eşliğinde yeni yazarlara şans tanınması sanki sessiz kılınan genç yaratıcılara şans tanımaya çalışıyor. Oyun Müzesine dönüşen okul izleyiciyi her odada başka bir hayata çağırıyor ve odalardan yükselen sesler birbirine karışırken dört duvar arasına saklanan bambaşka yaşamlar şaşırtıyor, üzüyor, güldürüyor ve bir şekilde büyülü bir etkiyle seyirciyi yolcu ediyor. Seslerin birbirine karışması ve anlatıların birbirinden bağımsız yapısı ve devamlılık içermemesi seyirciyi bir oyun izlediği fikrinden kısmen uzaklaştırarak her defasında gerçeğe yaklaştırıyor.
Ezcümle Balat Monologlar Müzesi belki de Auschwitz Nazi Toplama Kamplarının müze gibi gezdirilmesine denk düşen bir farkındalık yaratırken kimseyi incitmeden acı ve utanç dolu gerçeği anlattığı için üzerinde çok yazılması ve düşünülmesi gereken bir proje olarak büyük bir sorumluluğu yerine getiriyor. Tiyatro bir kez daha misyonunu tam manasıyla yerine getiriyor.