Semra Somersan

14 Nisan 2016

Tehlikeli barış akademisyenlerini ziyaretimiz

22 Nisan'da yığınlar Çağlayan Adliyesi'nde olacak...

“İşte şurada kalıyorlar” diye gösterdi Kıvanç Ersoy’un babası, ufukta, epey uzaktaki bir binayı. T.C. Adalet Bakanlığı Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’nün (neden “yerleşkesi” diyememişler?) kapısından en az 1,5-2 kilometre uzak olmalı.

Ziyaretçiler aşağıda gördüğünüz kapıdan içeri alınıyor, iyice aranıp tarandıktan sonra araba ile ağır ceza infaz binasına götürülüyorlarmış. Ağır ceza tutsaklarının binası olduğu için kilometrelerce öteden tüm etrafı dikenli teller ile çevrili. Orada camın arkasından telefonla görüşüyorlarmış oğlu, Mimar Sinan Üniversitesi Matematik Doçenti Kıvanç Ersoy ile 45 dakika.

Çok tehlikeli iki barışçı akademisyen orada yaşıyor bu günler; biri matematikçi Kıvanç, diğeri tarihçi Muzaffer Kaya.  Barış bildirisine imza attığı için çok tehlikeli, çok çok tehlikeli iki kişi.

Üstelik biri tarihçi; her yeri deşer, araştırır, arşivlere girer-çıkar belge okur. Diğeri hesap yapar; geçmiş-bugün ve geleceğin de hesabını çıkarıverir iktidarın karşısına.

Diğeri- kim bilir- belki birgün Genelkurmay’ın kimselere açmadığı arşivine bile ulaşır.  Belki ona kısmet olur. Bu nedenle Nişantaşı Üniversitesi’nden atıldı; bunun için değil aslında, “Biz bu suça ortak olmayacağız” diye başlayan akademisyenlerin bildirisini benimseyip imzaladığı için. 

Tabii ki çok haklı üniversite yönetimi barıştan daha büyük tehlike olabilir mi bir araştır-eğit-çalıştır-soruştur-öğrencilere de araştırmayı öğret kurumu için.

Kıvanç’ın bir de küçük çocuğu varmış, beş buçuk yaşında, babası anlattı. Kıvanç koymuş ismini, ama onu buraya getirmiyorlar: “Üzülmesin,” diye, “baban Kanada’ya gitti” diyorlarmış.

Matematikçinin geçen haftaki Fil dergisinde yazısı çıkmış.  Babası yazıyı çok beğenmiş. Diyor ki: “Acaba matematiği bırakıp köşeye mi başlasa?”

Aman sakın, köşecilerin pek korunması yok; bakarsın  yarın birgün köşeden çöp bidonuna gidiverir yazılar. Matematikçi oysa, meslektaşlar hariç, yaptığı kimse tarafından anlaşılmayan “üstün insan”, kolay bir yere atamazlar, yeter ki ölüm ve yıkıma bulanmış topraklardan uzakta, orda-burda karşısına dikiliveren barış bildirilerine imza atmasın.

İşte onları göremeyeceğimi biliyordum, ama yine de dağlardan ovalardan bir ses gelir, bir ses yollar, “hal, hatır sorarım” diye geçen cumartesi Silivri’ye gittim. Gittik; öğrencisi, hocası 25-30 kişilik bir grupla. Çoğu Kıvanç’ın da mensubu olduğu Mimar Sinan Üniversitesi’nden. Nişantaşı Üniversitesi’nden kimse yok. Boğaziçi Üniversitesi’nden iki hoca vardı:  Biri Kıvanç’ın meslektaşı bir matematikçi (ama imzacı değil), Kuban Altınel, diğeri, o da Boğaziçi’nden; mühendis veya Fen Bilimlerinden. İsmini de sordum, ama unuttum şimdi.

Orada tanıştım Kıvanç’ın babası ile. Her salı (ve her cumartesi) ya annesi, ya babası mutlaka oradalar. Oğulları ile görüşemeseler bile diğer üniversiteliler ile konuşup onlara güç veriyorlar.  Muzaffer’in ailesinden kimse yoktu o gün. 

Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden Muzaffer ve Kıvanç’a destek için gelen hukukçudan, iletişimciye, sosyal bilimciden çevre mühendisine günün ve geleceğin akademisyenleri (9 Nisan 2016) şarkılarıyla Silivri Ceza İnfaz Kurumları'nı şenlendirdiler.

9 Nisan Cumartesi günü Anadolu Üniversitesi’nden gelenlerle tanıştım. Silivri’den uzakta, ıssızlığın ortasına müzik getirdiler, akordeon, gitar, şarkılar. Ve barış sözcükleri:  Onları da şarkıları eşliğinde cezaevinin karşısına astılar. İşte gördüğünüz gibi. 

Ama bu arada Kocaeli Üniversitesi’nden gelenleri de unutmayım. Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Onur Hamzaoğlu onlardan biri. (Onun hakkında da 'Cumhurbaşkanına hakaret'ten üniversitenin soruşturma açtığını, savunmasını vermek için gittiğinde avukatlarının komisyon odasına alınmadığını bu sabah Bianet’ten öğrendim.) Kocaeli’nde gelenlerin toplu fotoğrafını çekmemişim, ne yazık ki!  Bahçeşehir Üniversitesi’nden sinemacı Prof. Tül Akbal- elinden iki koca paket -pastanede ne bulduysa- Silivri’ye taşımış. Yıllardır tanırım; elleri hep böyle boldur.

Sadece o mu? Herkesin elleri dolu gelmiş-ben hariç. (yerin dibine geçsem yeri var) Hepsi açılır-kapanır masalara yayıldı; tatlısı tuzlusu, isteyen tadından, isteyen tuzundan aldı.  Çaylar da minik büfeden gelip gitti. 

CHP bir büyükçe minibüs tahsis etmişti bir buçuk saatlik yol için Beş-altı CHP üyesi de destek için gelmişti. Doğru dürüst muhalefet yapamıyorlar diye onlara çok kızsam, oy vermesem de haklarını yemek istemem.

Öğleden sonra mırıltılar duydum, sonra daha yüksek bir ses: Avukatımız gelmiş.  

BAK avukatlarından Ceren Şerife Uysal anlatıyor.

Nerede nerede? Tamamen cahilim; ilk gidişim ve tabii ki adet, usul, örf hiçbir şey bilmiyorum, meğer Barış İçin Akademisyenlerin (BAK) avukatlarından Ceren Şerife Uysal sabah dokuzdan beri orada imiş:

“Hazır ortalık sessiz, kimse gelmemişken Muzaffer ve Kıvanç ile görüşmek istedim” dedi.

Oturdu bir masanın kıyısına anlatmaya başladı.  “Şimdi çok yoğun savunmaları için çalışıyor ikisi de” dedi ve devam etti: “Bugün iki buçuk saat Kıvanç ile görüştüm, Muzaffer’e 45 dakika kaldı. Onun için Pazartesi tekrar gelip Muzaffer ile uzun görüşeceğim. Moralleri yüksek, sağlıkları iyi, sorunları yok; harıl harıl savunma için çalışıyorlar.” Kıvanç savunmaların çok eğlenceli olacağını söylemiş.

Geçenlerde Muzaffer ile Kıvanç’ın koğuşuna bir üçüncü kişi gelmiş; 'Cumhurbaşkanına hakaret'ten hakkında açılmış epey dava varmış- tahmin edebileceğiniz üzere Facebook’tan.  Üstelik avukatı da yokmuş.  Kıvanç ile Muzaffer avukatımız Ceren’den rica etmişler; o da, tabii ki, hemen  kabul etmiş, 22 Nisan’daki büyük duruşma öncesi işi çok az ne de olsa! Pazartesi Silivri’ye gitmeden onun dosyasını da inceleyecekmiş.

Cezaevi yemekleri?  “Hiç fena değil, hatta gayet iyi sayılabilir”miş. Ama gel gör ki 'Cumhurbaşkanına hakaret' eden kişi, süper bir aşçı. Minicik koğuşta harika davetler, hatta ziyafet verebilecek durumda. Ama orada asgari malzeme sıfır düzeyinde. Ocak yok-tencere yok. Onun için şimdilik ceza infaz kurumu yemekleri ile yetinmek zorundalar. 

Şunun şurasında kaç gün kaldı ki 22 Nisan saat 14.00’a. O gün duruşma salonundan içeri alsalar da almasalar da, yığınlar sabahtan Çağlayan Adliyesi önünde olacak. Önce Can ve Erdem, sonra Esra, Kıvanç ve Muzaffer’in duruşması için. İki davanın savcısı aynı imiş: İrfan Fidan bey. (Meral Camcı herhalde daha sonra çıkacak cezaevinden, bir sürpriz olmasa.)

Aşçı arkadaşımız da aklımızda olacak tabii ki; yanı sıra haksız yere cezaevine atılan yüzlerce kişi. Yıllar önce ABD’den Türkiye’ye insan hakları için gelen bir uzman Jeri Laber, demişti: “Bir kere işkence gören kişi geride kalanları asla unutmaz, çırpınıp dururlar, yerlerinde tutamazsınız; ilk dürtü hep, onlar için bir şeyler yapmaktır.”

21 yaşında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci iken, hakkında tutuklama kararı olmadan, 1994’te, 18 gün işkence gördükten cezaevine konan, 12 Nisan’da davası nihayet görülebilen, ama karara bağlanamayan, bugün 42 yaşındaki, “ortada hüküm olmadığı halde ömrünün yarısını cezaevinde geçiren” Şair İlhan Çomak’ı da unutmadan. Bundan sonraki davası bir buçuk ay sonra, 1 Haziran Çarşamba günü.

Şair İlhan Çomak 21 yıl 4 aydır cezaevinde.
1 Haziran’da, hakkındaki kararın verileceği umudu ile yaşıyor.