Semra Somersan

31 Ağustos 2021

Günah çıkartma zamanı: Son 20 yılda yaşananların hesabını bir de “biz” versek...

Bugünlerde ülke sınırları içinde yaşamakta olduğumuz hemen her olgu, hemen her tekil olayın, 21. yüzyıla gireli, 20 küsur yıldır başımıza gelen/geçen en küçük olumsuzluktan en büyük felakete kadar her şeyin, 20. yüzyılda, “Atatürk Cumhuriyeti Dönemi”nde planlanmış, uygulanmış, “yönetici üst, orta sınıflar olarak ülkenin, nimet ve sorunlarını, iç-dış siyaset, tarih ve sosyo-ekonomisini paylaşmamış, paylaşmaya yanaşmamış” olmakla açıklanabileceğini düşünüyorum. 

İster saf deyin, ister gerici, isterse rejim yanlısı. Asla kabul etmeyeceğim.

Bugünlerde ülke sınırları içinde yaşamakta olduğumuz hemen her olgu, hemen her tekil olayın, 21. yüzyıla gireli, 20 küsur yıldır başımıza gelen/geçen en küçük olumsuzluktan en büyük felakete kadar her şeyin, 20. yüzyılda, “Atatürk Cumhuriyeti Dönemi”nde planlanmış, uygulanmış, yaşanmış, “yönetici üst, orta sınıflar olarak ülkenin, nimet ve sorunlarını, iç-dış siyaset, tarih ve sosyo-ekonomisini paylaşmamış, paylaşmaya yanaşmamış” olmakla açıklanabileceğini düşünüyorum. 

Bir umut: belki geleceğin (eğer bir geleceğimiz olacak ise) 21. yüzyılın hâlen yetişmekte olan yöneticileri, üst ve orta sınıfları, aynı hataları tekrarlamaktan büyük bir itina ve titizlikle kaçınır. Bu amaçla derdimi, haddim olmadığı halde, tüm sınıflar, bireyler, gruplar, girişimler ve tüm akıllara, ortalığa, topluluk ve toprağa ve tüm doğaya ve tüm sosyo-ekonomi-politik yapılara ve de altyapılara serpmek istiyorum ki karşı taraf ile birlikte düşünüp dertlenelim; belki dönüşüm için YAŞAMA uygun ve birlikte adım atmak mümkün olur. 

Uyarı İspanyol kökenli felsefeci/şair, George Santayana'dan (1863-1952): “Tarihi, geçmişi bilmeyenler, aynı hataları tekrarlamaya mahkûmdur” der. 

Ülkede buna örnek, aşağıda okuyacaklarınızın onlarca, yüzlerce katı belki ve... daha çok, pek pek çok acı olgu ve olay var; aşağıda yazdıklarım ise benim şu sıra aklımda olanlar- halen beni en çok acıtanlar.

*** 

Ne? Nasıl? 

Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana ülkede, bireyler, sınıflar, topluluklar (50’yi aşkın etnik/dinsel/mezhepsel grup, binlerce örgüt, dernek, girişim), kültürler, köy-kasaba ve şehirler adına kazanılmış her şey: PAYLAŞILMAMIŞ- Paylaşılamamış. EN doğrusu: PAYLAŞILMASI ARZU EDİLMEMİŞ... 

Her şey- evet her şey. Çok ve çeşitli zenginliklerden eğitime, sanayiden doğaya, dış-politika yönetiminden haklar ve hukuka, topraklardan köy ve kentlere, yurt-içi seyahatlerden dışına, müzikten eğlenceye ve tüm diğer sanat dallarından, orta ve üst sınıfların çok çeşitli keyiflerinden alt sınıfların binbir çeşit eziyet ve zorluklarına kadar her şey. Evet her şey. Hiçbiri daha doğrusu; hiçbiri paylaşılmamış; içinden çıktığı ya da yoksulluğu yaratan yönetici ve ara-yönetici sınıfların, grupların tekelinde kalmış. 

PAYLAŞILMAMIŞ: Her biri, hepsi-hepsi, adı belli sınıfların, küçük grup ve toplulukların, belli, nimeti bol coğrafyalarda yaşayanların elinde kala kalmış; “Dışarı” çıkması asla arzu edilmemiş, bir kısmı belki akla bile gelmemiş. 

Topraklar... eşit dağıtılamamış, geçen yüzyılda ekonomi derslerinde “zirai reform”- “toprak reformu” olarak anılan, kritik önemdeki değişim hiç bir zaman tam olarak gerçekleştirilememiş. Toprak, ağaların elinde, yoksulluk, köylülerin-işçilerin evinde-evreninde kalmış. 

Milli gelirden vatandaşların payına düşen... eşit bölüşülmemiş demek ayıp olur- eşitlik asla istenmemiş ve/ya yeterince düşünülmemiş bile… 

Eğitim… çok büyük oranda seçkinlerin elinde ve yönetiminde bırakılmış. Köy Enstitüleri, o harika kurum/kurumlar, tehlikeli bulunup kapatılmış... Evet ilk eğitim mecburi olmuş, ama Orta? Ama Lise? Kalitesi de, ülkenin batısından doğusuna, kent merkezlerinden çepere çok büyük fark göstermiş. 

Bir ana dili, ülkede 15-20 milyonun konuştuğu Kürtçe ile çeşitli lehçeleri DİL SAYILMAMIŞ! Zengin bir kültürün, geleneğin asla vazgeçilemez parçası olarak algılanması gerekirken “milli” eğitim ve kanunlar sayesinde konuşanlar da mutlaka cezalandırılmış!!! (Vedat Aydın'ı nasıl unutabiliriz!) Çok çeşitli diğer kıymetli yerel diller yok sayılmadığında, aşağılanmış (1950 ve 60'lardaki “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları!!) Ülkede Hristiyan ve diğer Lozan azınlıkların konuştuğu diller (Ermenice-İbranice-Yunanca) “dil” yerine konup, bu grupların kendi eğitim kurumları dışında öğretilmemiş; hatta Süryanice de, “çaktırmadan” yasaklanmış, Ladino'dan haberi olan ise pek yokmuş anlaşılan. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve İspanyolca gibi dünyada (sömürgecilikleri nedeniyle yaygın) “ikinci” dillerin öğretimi ise ancak ülkenin Batı'sındaki çok özel, paralı eğitim kurumlarına özgü bir uygulama olarak kalmış. Ankara'nın doğusuna pek geçememiş… 

Cumhuriyet öncesi dönemde Hristiyan misyonerlerin Antep-Adana-Kayseri- Malatya ve Tarsus'da kurduğu İngilizce öğreten okullar hariç… 

Hele üniversiteler: Üst sınıf Türk mekânları olmuş. Öte yandan üst sınıf olup Lozan da azınlık sayılan gruplardan Yahudiler, Yunanlılar ve Ermenilere bu mekânlarda görev yapmak için kapılar açılmamış; doçent, prof. vs. olmak, parmakla sayılabilecek birkaç istisna dışında gerçekleşmemiş. Alt sınıflardan çok sınırlı sayıda gariban öğrencilere verilen burslar ise, yaygınlaştırılmamış. Toplumdaki kaymak, yarı/kaymak sınırındaki TSM (Türk-Sunni-Müslüman) grupların elinde kalmış. En iyi eğitim veren, nitelikli insan yetiştiren kurumlara, en iyi okullara, imtihan ile girilip, bir kısmına da para devam edilebildiğinden alt sınıfların buralarda boy gösterme yolu hemen tamamen kapanmış. İlkokul sonrası eğitim çok çok büyük ölçüde kaymak tabakanın elinde ve denetiminde sürdürülmüş. 

Kentler/kentsel olanak ve zenginlikler- paylaşılamamış... küçük şanslı grupların tekelinde korunup, toprakları ufalandıkça (nüfus arttıkça) buralara akın eden köylüler de, ancak kentlerin “değersiz” görülen, itibar edilmeyen alanlarına, geçici olarak “sığınmak” zorunda bırakılmış. Hatta yerleştikten yıllar sonra bile, kent büyüdüğünde, “gerektiğinde”, yasalarla buralardan zorla çıkartılıp sefil edilmiş. 

Denizler, nehirler, çay-dere ve şelaleler ve doğanın tüm en müthiş-müthiş-yarı-ve orta harikaları tabii ki... keşfedildikten sonra, alttakiler ve farklılar ile paylaşılmamış- keşif öncesi buralarda biraz nefes alabilen yerel halka kapatılmış; hali vakti yerinde insanların mesire-tatil yerleri olmuş. Denize giysileri ile girmek mecburiyetinde hissedenlere asla ulaşamamış, ulaştırılmamış, ulaşabildiğinde de onları “tuhaf, gülünç” marjinal ve istenmeyen kılmış. 

Devlet/Siyaset/Ülke Yönetimi... Yirminci yüzyılın yarısına kadar tek parti ile yakınları/yandaşları/arkadaşlarının monopolünde. 1950'lerden sonra da maddi imkânı ve siyasete meraklı CHP ve DP’lilerin ve yakınlarının tekelinde bırakılmış. Toplumun çeşitli etnik/dinsel kesimleri, alt-alt/orta sınıfları ise, belki bir kaç istisna dışında tamamen siyaset dışı kalmış. 

Ekonomi Yönetimi: Keza: Ekonomik fırsatlar- hangi özel sektör kesimlerinin yatırımlar ile ödüllendirileceği, belki bugünkü kadar vahim boyutlarda değil ama yine de, büyük ölçüde büyük siyasilerin akraba-eş-dost-tanıdığının eline-yönetimine verilmiş. 

İnanç/Din: Atatürk Cumhuriyeti döneminin belki en vahim sonuçlarından biri, laik cumhuriyeti kurmak ve geleneksel hale getirmek için halkın büyük çoğunluğunun dinine yeterince saygı gösterilmemiş, kal'e alınmamış. Çoğunluğun benimsediği Sunni Müslümanlık gereğince kabul görmemiş, kimi kurumları yok sayılmak istenmiş. Sunni-Müslüman dindarlık küçümsenmiş ve alt-altorta sınıfların neredeyse bir “meşgalesi” olarak kabul görmüş. Çeşitli tarikatları anlama, onlarla anlaşma yoluna gitmek yerine çoğunun kapatılması uygun görülmüş. Bin küsur yıllık gelenekler, bunları anlamayanlar, anlamak istemeyenler tarafından toprak altına gömülmek istenmiş. Bu şaşılmaz bir şekilde gerçekleşmediğinde de halkın geleneksel dini, hukuka- yasaya-mahkeme ve cezaevine taşınmış. 

Şiilik-Alevilik-Ezidilik-ve diğer çok çeşitli yerel dinler/dinsel farklılıklar ise tamamen yok sayılmış; böyle olmadığında da “yabancı ve tehlikeli” olarak algılanmış.

Süryanilik ve Keldaniliğin ise Lozan'daki bir “küçük” özel anlaşma ile resmi azınlık sayılmaları ve kendi okullarını açmaları engellenmiş. 

Çok çeşitli Hristiyan grupların inançları, Osmanlı'dan kalmış bir gelenekle, kendi köşelerinde ve sessizce sürdürüldüğü sürece kamunun gündemine gelmemiş: Öte yandan bu grupların mal ve mülkleri 1936 beyannamesi gibi farklı uygulamalar ile ellerinden alınmış. Kilise binalarına, okullarına onarım için izin verilmemiş veya çok zor verilmiş veya yeterince bakım yardımı yapılmamış. Okulları, devletin maddi yardımından TSM okulları kadar ve eşitçe yararlanamamış. 

Daha da vahimi bazı Hristiyan ve Yahudi gruplar, 1934 Trakya, 6-7 Eylül 1955 pogromlarını yaşamış. İsmet İnönü'nü hükûmeti döneminde, 1964'teki bir karar ile Yunan pasaportlu Rumların zorunlu olarak Yunanistan'a göç ettirilmesine karar verilmiş. 13 bine yakın insan, yanlarında 20 kiloluk bir çanta ve o dönemin kuru karşılığında, 22 dolar ile çarnaçar Yunanistan'a göç etmiş ve yuvasına bir daha dönememiş. 11 Kasım 1942 tarih ve 4305 sayılı kanunla konulan “Olağanüstü Servet Vergisi Yasası” ile Yahudi, Dönme ve Hristiyanlara kanun ile konan yüksek servet vergisini ödeyemeyen “vergi mükellefi sahipleri”, çok yaşlılar, hastalar dâhil, tümü, Erzurum Aşkale'ye taş kırmaya yollanmış. Bunlara en azından bir de 1941'deki 20 Kur'a Nafia askerleri, ihtiyatlar olayı var ki onu da ancak Rıfat Bali'nin yazıları sayesinde öğrenmiştik. Bu vahim olayların hiç birinden Türkiye'de yayımlanan tarih kitaplarında bahsedilmediğini yazmaya gerek yoktur herhalde. 

Seyahat... Çok çok uzun yıllar, küçük şanslı bir azınlığın imkânı dahilinde kalmış ve böylece sürmüş... Hele tatil ve yurt dışı seyahatleri. Kendi içinde büyüdüğüm, hem anası (Ank. Hukuk), hem babası (İTÜ-mühendis) üniversite mezunu ve hayat boyu çalışmış orta halli çekirdek ailenin tek bir ferdi bile maddi imkânsızlık nedeniyle 1970'lere kadar 776 bin km2 sınırı geçememiş. Alt sınıflar, köylüler, işçiler, Almanya'nın işçi ihtiyacı doğana kadar “yurt-dışı” nedir bilmemiş, adını bile koyamamış (31 Ekim 1961'de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Devleti arasında “Türk İş gücü Anlaşması” imzalandıktan sonra ve ancak “işçi” statüsünde Avrupa'ya ulaşmış...)

***

“Atatürk Cumhuriyeti Dönemi”ni orta ve üst sınıflar namına (olsa gerek) yönetenlerin, idare edenlerin ve o dönem zenginlerinin, yani bizlere bunları yaşatan en büyük sorumluların, çocuk-torun ve torunlarının çocuklarının hâlen çok şikâyetçi olduğu ve sanırım tam da bu saydığım nedenlerle seçilmiş ve 20 yılda giderek güçlenmiş AKP'nin, Metropol'un Temmuz 2021'de yaptığı ankete göre, hâlâ yüzde 30.9 oranında oyu var. 

Geçmiş 20. yüzyıl “Atatürk Cumhuriyeti Dönemi”nin en büyük yöneticisi-sorumlusu CHP'nin ise % 19.6. Kitleler hâlâ geçmişin olumsuzluğunu sırtında hissediyor. Erdoğan Başkanlık Rejimi bittiğinde, bütün bunlar olumluya; sosyal ve ekonomik eşitlik ve demokrasiye; her tür inanç, düşünce ve anlayış ile birlikte iklim felaketini uzakta tutmak üzere çok ciddi önlemler alınacağı, inşaat sektörünün asgari düzeye indirilebileceği, tüm doğanın korunacağı, herkesin belli bir yaşam seviyesinin üstünde, üniversite eğitimi ve çok çeşitli imkânlarının olduğu evrensel sosyalist bir demokrasiye, hak-hukuk-eşitlik cumhuriyetine doğru evrilebilir mi? Emin değilim.