Yeni bir yılı bir kez daha ekonomik krizin gölgesinde karşılıyoruz. Bu ülke daha önce de böyle zamanlar yaşadı. Ama böylesini doğrusu hiç yaşamadı.
Öncelikle gerçekleri önümüze koymalı, eğip bükmeden yaşadıklarımızın ne olduğunu tüm açıklığıyla tespit etmeliyiz. İktidar istediği kadar “kriz, miriz yok” desin. Kriz var!
Üretimden işsizliğe, enflasyondan finansal fiyatlamalara, hepsi bir ekonomik durgunluğa ve durgunluk içinde enflasyona işaret ediyor. Yani stagflasyona…
Biliyoruz ki stagflasyonlar olumsuz üretim şoklarından kaynaklanır. Bizim üretim şokumuzun iki temel sebebi var: Birincisi, üreticinin maliyetlerinin çok artmış olması; ikincisi, üretim kapasitesini oluşturan üretim faktörlerinin zaman içinde giderek aşınmış olması. İthalata bağımlı ve borca dayalı üretim yapımız nedeniyle 1 Ocak’tan bugüne 3,76 TL’den 5,36’ya çıkan dolar kuru ve faizlerin en az yüzde 50 artması üreticiler açısından ağır maliyet artışları anlamına geliyor. Fiziksel, sosyal ve beşeri sermayemiz ve kurumsal yapımızdaki erozyon, bir yandan da üretim kapasitemizin erimesine yol açıyor. Verimli fiziksel sermaye birikimi yerine son 7 yıl içerisinde 551 milyar doları betona gömmüş olan anlayış; eğitimi bir siyasi partinin ideolojik oyun alanı olarak gören siyaset; demokrasiyi, kapsayıcılığı, halkın iktidar üzerindeki denetim araçlarının hepsinin yıkılmış olması üretim kapasitemizi zayıflattı.
Üretim kapasitesindeki erimeye ve maliyet artışlarına neden olan, iktidar tarafından kurulan bu düzenin iki temel üzerine oturduğunu söylemek mümkün: Birincisi sanayi, tarım, teknoloji yerine rantı; üretim yerine tüketimi; gelirle zenginleşmek yerine borçla tüketmeyi; niteliği sürekli artan bir işgücüyle katma değeri yüksek bir üretim yerine ucuz işgücü deposu olmayı seçen bir ekonomik anlayış. İktidar bu ekonomik anlayışı kurmak için Kamu İhale Kanunu, Varlık Fonu da dahil olmak üzere tüm bütçe dışı fonları ve kamu-özel işbirliği modelini araç olarak kullanageldi hep. Düzenin ikinci ayağı ise kurumların yerini kişilerin, kuralların yerini keyfiliğin, demokrasinin yerini otoriterliğin aldığı yeni yönetim anlayışı oldu. Bir diğer deyişle Cumhurbaşkanlığı sistemi diye adlandırılan yeni tek adam rejimi oldu. Yani kurulan tek adam rejimi ekonomik krizi doğuran ve derinleştiren en önemli unsurlardan biri.
Bu tespitler çok önemli bir sorunun da yanıtını vermemize imkan sağlıyor. Kriz, iktidarın yönetememesinden ve iş bilmezliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa bilerek isteyerek kurulan bir ekonomik düzenin engellenemez doğal sonuçları mı? Hiç uzatmadan söyleyelim: Kriz iktidarın bilerek, isteyerek kurduğu bir ekonomik, sosyal ve siyasi düzenin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu tespiti yapmak, ihtiyaç duyulan reçetenin doğru tanımlanması açısından büyük önem taşıyor.
Bir başka deyişle, yönetememekten veya gelip geçici dışsal sebeplerden değil, iktidarın siyasi tercihlerle bilerek ve isteyerek kurduğu ekonomik düzenin ve yönetim anlayışının ortaya çıkarttığı ekonomik, sosyal ve siyasi yapıdan kaynaklı bir krizle karşı karşıyayız. Ansızın geliveren değil, yıllardır birikerek gelen bir krizle…
Birikimli çöküşün ekonomik krizi…
Üstelik bu düzen öyle bir anda kurulmadı. Özünde 1980’den itibaren tarihçesini yazmak mümkün. Ama hızlandığı son döneme yoğunlaşmak, bugünkü iktidarın serüvenini değerlendirmek yeterli olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, 16 yıllık AKP iktidarının ekonomi yönetimine dair yaklaşımını yekpare bir dönem olarak değil, üç ayrı dönemde ele almak gerekli.
AKP iktidarının 2002-2006 yıllarını kapsayan birinci dönemini “makroekonomik ve finansal istikrarı” önceleyen “sosyal devletin hiçe sayıldığı” dönem olarak; 2007-2013 yıllarını kapsayan ikinci dönemini “sanayisizleşme” ve “güvencesizleştirme” dönemi olarak; 2014’den itibaren yaşadığımız üçüncü dönemini ise “kurumsuzlaşma” ve “aile şirketini kurma” dönemi olarak özetlememiz mümkün. Şimdi ise bu üç dönemin birikimli çöküşünü derin bir ekonomik krizle yaşıyoruz.
Bu yapının kriz doğuracağı, sürdürülemez olduğu her aşamasında belliydi. Krizi yaratan, AKP’nin ekonomi politiği ve dayandığı siyasi anlayıştır. Dolayısı ile krizden çıkış için ihtiyaç duyulan ekonomi politik değişimini AKP yapmaz. Yapamaz değil, yapmaz. Çünkü yaparsa kendisini var eden ekonomi politiği, dolayısı ile kendisini yok etmesi gerekecek. Bu yüzden özellikle bu son döneminde AKP’nin kendini var eden bu ekonomi politiğe daha da hırçın, daha da keskin bir şekilde sarılmış ve uygulamaya koymuş olması şaşırtıcı değil.
Tam da bu nedenle ekonomik durgunluk ve adaletsizlik her yerde, üretimde, gelirlerimizde, işsizlikte, konkordatolarda, işsizlikte, enflasyonda… Ve tam da bu nedenle ekonomik kriz bir çırpıda gitmeyecek.
Çok açık ki bu kriz, üretici güçlerin krizi. Sanayi üretimi daralırken, büyüme yavaşlıyor. Bu yılın 3. çeyreğinde büyümemiz yüzde 1,6’ya geriledi. Yaygın konkordato gerçeği iflasların artacağına işaret ediyor. İthalata bağımlı üretimdeki yavaşlama sonucunda ithalat azalıyor. Bunun sonucunda Ekim 2018 verileri cari dengenin beklenenin çok üzerinde 2,8 milyar dolar fazla verirken, yıllık cari açık ise 39,4 milyar dolara geriliyor. Ekonominin çarklarının dönmesi için iktidarın bilerek ve isteyerek kurduğu düzenle muhtaç bırakıldığımız dış kaynaklar da günden güne kuruyor. Son 3 ayda finans hesabı 21,3 milyar dolarlık net kaynak çıkışına işaret ediyor.
Sonuç olarak bu kriz halkın krizi haline geliyor. Üretim bantlarının yavaşlaması ve hatta durması ağır bir işsizlik ve fakirleşme tablosunu ortaya çıkartıyor. Resmi istatistiklere göre Ağustos 2018’de geçen yılın aynı dönemine göre 266 bin kişi daha işsiz kaldı ve işsizlik oranı yüzde 11,1’e yükseldi. Kadınlar ve gençler için ise durum daha da ağır...
Halkın krizini derinleştiren, aynı zamanda var olan ekonomik adaletsizliği daha da derinleştirecek ağır bir enflasyon yükünün de ortaya çıkmış olması. Tüketici enflasyonu yıllık olarak yüzde 21,6’ya kadar yükseldi. Gıda, kırtasiye, bebek bezi, temel ürün fiyatlarında ise artış yüzde 40-50 civarında… Son zamlarla doğalgazda dokuz aylık dönemde konutlar için yüzde 30, sanayi için yüzde 69 ve elektrik üretimi için yüzde 113 oranında zam yapılmış durumda. Asgari ücretin 1603 TL olduğu bugünlerde açlık sınırı 1.943 TL’ye, yoksulluk sınırı 6.328 TL’ye çıktı.
Peki göz göre göre gelmekte olan ve sonunda en sert haliyle ortaya çıkan ekonomik kriz karşısında iktidarın tutumu ne oldu? Birincisi, krizi siyaseten reddetmek, mümkünse “dış veya iç düşmanlara” sorumluluğu yükleyerek olası siyasi maliyeti düşürmek… İkincisi, kriz karşısında kendini iktidarda tutan “ekonomi politiğin” ana unsurlarını ve aktörlerini ne pahasına olursa olsun korumak, faturayı çalışanlara ve üretici güçlere keserek “çarkı döndürmeye” devam etmek… Diğeri krizi kendi iktidarı adına bir fırsata çevirerek; mevcut “devlet-kapitalizmi” modelini tam bir “aile şirketine” çevirerek daha da derinleştirmek…
Kriz derinleşecek
Bugün iktidarın bu yol haritasını çok belirgin bir biçimde TBMM Genel Kurulu’nda 10 Aralık 2018’den beri tartışılıyor olan 2019 bütçesinde de, adına “Yeni” denen eskinin devamı ekonomi programı YEP’te de, uygulamaya konulan kararların tümünde de görüyoruz. İktidar, krizi çıkartan düzenin yolundan yürümeye devam ediyor. Bilerek ve isteyerek…
Yine yüzde 1 rantçı sermaye korunacak. Yine halkın yüzde 99’u yok sayılacak, iktidarın yandaşlarıyla çıkarttığı krizin faturası çalışanlara ve üretici güçlere kesilecek. Neoliberal düzenin sağ siyasetinin ve hatta ona uyumlanan bazı sosyal demokrat iktidarların yıllardır tüm dünyada arkasına sığındıkları “başka çare yok”, “hepimiz aynı gemideyiz” bahaneleriyle enflasyonla, dolaylı vergilerle, halkın kemerini sıkan tasarruf programlarıyla yeni “acı reçeteler” dayatılacak. Öte yandan yine “başka çare yok” denilerek, rantçı sermayenin “batıkları” ve ellerinde tuttukları birikmiş “riskleri” kamu borcu yaratarak ve kamu bankaları aracılığıyla “toplumsallaştırılacak”, “hepimizin borcu” yapılacak. Bu krizi çıkartan toplam düzen, ekonomik ilişkiler, sektörel tercihler de aynen devam ettirilecek, hatta derinleştirilecek. Bakmayın gelecek zaman dili kullandığıma, bunlar yapılmaya başlandı bile!
2019 bütçesinde halka artan dolaylı vergi yükü, açlık sınırının altında asgari ücrete mahkumiyet varken Saray’a 2,8 milyar TL bütçe, Cumhurbaşkanı maaşına yüzde 26 zam var. 2019 bütçesinde halka 80,6 milyar dolarlık yeni kamu borç yükü varken bu borcu ve fazlasını faizcilere 117 milyar TL’lik faiz ödemesiyle aktarma var.
2019 bütçesinde halkın ihtiyaç duyduğu ilaç, sağlık harcamaları ve işsizlik, emeklilik koşullarında güvencelerini sağlayan harcamaları içeren sosyal güvenlik harcamalarında 10,1 milyar TL’lik tasarruf, yani azalış varken, kamu-özel işbirliği garantileriyle rantçı sermayeye kaynak aktarımı var. Üstelik hızlanarak, üstelik dövizle! Geçmediğimiz köprü ve tüneller, kullanmadığımız otoyollar ve gitmediğimiz hastaneler için bu yıl sonuna kadar cebimizden 7.4 milyar, 2021 yılı sonuna kadar ise tam 44 milyar 511 milyon lira çıkacak. Üstelik ödeme 2021'de bitmiyor...
2019 bütçesinde halkın ihtiyaç duyduğu yatırımlardan 14 milyar TL’lik tasarruf varken, emekçinin İşsizlik Sigorta Fonu’nu da kullanarak rantçı müteahhitleri kurtarma projeleri var. Üstelik bu yatırım bütçesindeki en önemli kesinti kalemlerinden biri de en çok yatırıma ihtiyaç olan alanlardan bir tanesi olan eğitim bütçesi…
Yani özetle 2019 bütçesi, ekonomik krizi derinleştirecek. Çünkü bu bütçe halkın değil, kadınların değil, yoksulların değil, üretici güçlerin değil, yüzde 99’un değil, rantçının, Sarayın, yüzde 1'in bütçesi.
Üstelik bu bütçede demokrasi de yok! Halkın devletinin yerine aile şirketi var… Bu rejimin meclisinde bütçe hakkı yok. Meclis bu bütçeyi reddetse dahi bunun herhangi bir siyasi sonucu olmayacak. Zira meclis bütçeyi onaylarsa bütçe Saray tarafından sunulduğu şekliyle geçecek, reddederse bir önceki yılın bütçesi, yeniden değerleme oranı ile 2019’un bütçesi olarak yürürlüğe girecek.
Ayrıca bütçe ile aile şirketinin inşası da devam ediyor. Özel statülü özel bir şirket olan Varlık Fonu gittikçe önem kazanıyor. Hatırlatalım; Varlık fonu denetimsiz bir aile şirketi, zira başına AKP Genel Başkanı ve damadı atanmış… Üstelik 24 Haziran öncesinde hükümete Hazine’nin kaynaklarını istediği miktarda Varlık Fonu’na aktarma yetkisi de verilmişti. Yani 2019 bütçesinin Hazine’deki tüm kaynaklar tek adam rejiminin keyfince Varlık Fonu aracılığıyla Saray’daki aile şirketine aktarılması mümkün! Bu halk açısından bütçenin varlığının dahi olmadığına işaret ediyor…
Krizi doğuran koşulları ortadan kaldıracak bir reçeteye ihtiyaç var
Oysa Türkiye’nin bambaşka bir ekonomik reçeteye ihtiyacı var! Krizin akut yükünü halkın üzerinden alacak, krizi doğuran koşulları ortadan kaldıracak bir reçeteye…
Bu reçeteyle birinci hedefimiz kriz karşısında halkı, bu düzen tarafından yok sayılan yüzde 99’u korumak olmalı. Ücretler hemen şimdi enflasyon karşısında erimesi önlenecek şekilde arttırılmalı. Vergi yükünü ağırlıkla dolaylı vergiler yoluyla da gelir vergisinde de ücretliye yıkan vergi sistemi hemen değiştirilmeli, ve yeni ve adil bir vergi sistemiyle orta sınıflar, ücretliler desteklenmeli. İşsizlik sigortasının kullanımının genişletilmesi de dahil olmak üzere, kriz karşısında halkı koruyacak kapsamlı bir sosyal politika çerçevesi, hak temelli olacak biçimde ortaya konmalı. Vatandaşlık maaşı, aile sigortası gibi yoksulluk azaltıcı geniş kapsamlı sosyal politikalar acilen değerlendirilmeli. Rant vergisiyle, Türkiye’yi krize sokan düzenin ortaklarından toplanacak kaynakla hepsi yapılabilir.
Eşzamanlı olarak da krizi doğuran koşulların ortadan kalkması için üretimin ithalata ve borca bağımlı yapısını dönüştürücü adımlar atılmalı, üretim kapasitesindeki erimeye son verecek bir reform bütünü uygulamaya geçirilmeli. Bir diğer deyişle üretken refah devletinin adımları hızla atılmalı. Bunu yaparken krizin de yükünü üstlenmiş olan üretici güçler desteklenmeli. “Yandaş kurtararak”, “düzeni aynen devam ettirerek” değil, Türkiye ekonomisini yeniden üreten bir raya sokacak, üretici güçleri kriz karşısında koruyacak doğru üretim politikaları tasarlanmalıdır.
Krizin kaynağı olan iki arz şokunu maliyet artışı ve üretim kapasitesinin erimesi olarak tanımladık. Kur ve faizden kaynaklı maliyet artışına engel olmanın da üretim kapasitesinin arttırılmasının da reçetesi aynı: önce hukukla, özgürlüklerle, demokrasiyle başlamak gerekiyor. Sonra onu tamamlayıcı unsurlar olarak fiziksel, beşeri ve sosyal sermayenin ihtiyaç duyacağı üretken kamu yatırımları ve teşviklerden oluşan bir ekonomi programını oluşturmak gerekiyor.
Bir diğer deyişle, gerçek bir alternatifi ortaya koyacak olan esas mesele şu:
Hemen bugünden yeni bir siyaseti örmemiz gerek. Yeniden demokrasiyi kurmamız, eskisinin de eksiklerini gidererek parlamenter demokrasiyi var etmemiz gerek. Bunu da açıkça ve yüksek sesle söylemek zorundayız. İlk yapılması gereken, ekonomik reçetelerden de önce, ilk iş "demokrasi, özgürlükler, insan hakları, adaletin yeniden kurulması, yargının bağımsızlığı, öngörülebilirlik, şeffaflık" kurulması olmalı. Çünkü ülkeyi krize götüren iklimin tam da kendisi bunların yok edilmiş olması. Türkiye’yi krizden çıkarmak için krizi yaratan sistemi ve o sisteme bağlı olarak varlığını sürdüren, dolayısıyla o sistemi değiştirmesi mümkün olmayan bu iktidarı değiştirmek ilk ve tek çaremiz. Yeniden demokrasiyi kurmamız, eskisinin de eksiklerini gidererek ama parlamenter demokrasiyi var etmemiz ve Başkanlık sistemine son vermemiz gerekiyor. Hiç vaktimiz kalmadı. Yerel seçimleri bu demokrasinin, bu halkçı kalkınmanın ve bu özgürlüklerin ilk adımına dönüştürmeliyiz. Yeni yılımız şimdiden kutlu olsun.