1840’larda İstanbul’u ziyaret eden İngiliz topograf ve sanatçı William Henry Bartlett’in çelik gravür “Basilica Cistern” çalışması
“Kovalarla su çekerler; hatta sarnıç içerisinde kürek çekip kandillerle ışıklandırır ve balık avlarlar. Kuyulardan sarnıç içerisine hava ve ışık sızmakta, balıklar ışığın altında yüzmektedirler.”
Yukarıdaki satırlar 1544 yılında İstanbul’un antik topografyasını araştırmak üzere kente gelen Fransız gezgin, doğa tarihçisi, çevirmen ve topoğraf Petrus Gyllius’a ait.[1] Kanuni Sultan Süleyman’la dostluk ilişkisine girmiş olan Fransız Kralı I. François’nın bu adamı özellikle Osmanlı ülkesini incelemek üzere gönderdiği söylenir. Bu satırlarda bahsettiği Yerebatan Sarnıcının eşi benzeri yok dünyanın başka yerinde. O mekâna uzanıyorum bugün; İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki “İBB Miras”ın yeni ve kapsamlı restorasyon çalışmaları ardından 2022 yılında “insanlığın hizmetine” sunulan Yerebatan Sarnıcı Müzesine. “İnsanlığın hizmetine” ifadesini boşuna kullanmadım. Çünkü yapının bu yeni restorasyonu, çağdaş müzecilik anlayışıyla sergiler, çağdaş sanat gösterileri, dinletiler ve buluşmalarla bir kültür mekânı olarak çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapacak şekilde tasarlanmış. Bilinen tabiriyle “Hedefin 12’den vurulduğu” anlaşılıyor! Sanırım İstanbul’un en fazla ziyaret edilen tarihi eseri. Zaten böyle olduğu her gün ziyaret amacıyla gelenlerin oluşturduğu kuyruğun neredeyse 1,5 kilometreye uzuyor olmasından belli!
İBB Kültür Varlıkları Dairesi Başkanı Oktay Özel’in davetlisi olarak, diğer bazı ziyaretlerimizde olduğu gibi yardımcılarından Koruma ve Restorasyon Uzmanı Y. Mimar Ayberk Soyyiğit eşliğinde Yerebatan Sarnıcını eşimle birlikte ziyarete gittiğimizde, bizi İBB Kütüphaneler ve Müzeler Md. Yd. Arkeolog ve Mimarlık Tarihi Uzmanı Doç. Dr. Kerim Altuğ[2] ve Birim Sorumlusu Arkeolog Berk Alparslan karşıladı. Sarnıcı adım adım gezdirirken, köşesini bucağını, tarihini, İBB Miras bünyesinde gerçekleştirilen restorasyon çalışmalarını öylesine ayrıntılı anlattılar ki sanki gözlerimizin önünde akıp giden bir film gibi izledik her şeyi. Müteşekkiriz kendilerine; var olsunlar.
Biraz geçmiş, biraz da yapının özellikleri[3]
Önce bilineni hatırlatmak amacıyla... Tarihi akış içinde Byzantion, Konstantinopolis, Kostantiniyye, Dersaadet, Asitane gibi 50’ye yakın farklı isimle anılan İstanbul, coğrafik konumu itibariye dünyanın en stratejik noktalarından birinde bulunmasına ve mükemmel bir savunma sistemine sahip olmasına rağmen içme suyu kaynakları açısından her zaman çok yetersizdi. Bugün dahi kentin en büyük dertlerinden biri halka su sağlamak değil mi?
Daha Roma İmparatorluğuna bağlı bir kent iken, MS 117-138 yılları arasında hüküm süren İmparator Hadrianus döneminde uzaklardan, batıda bulunan kaynaklardan kente su sağlamak için isale hatları inşa edilmeye başlanmış. Fakat kente kendi adı da verilecek olan I. Konstantinos’un kenti Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti ilan edişiyle başlayan ve sonra gelen imparatorlar döneminde bir yandan kamusal yapılar art arda dikilirken, bir yandan da artan iş imkânlarıyla yaşanan büyük göç hareketiyle nüfusun patlaması sonucu beliren büyük ihtiyaç karşısında zamanının mühendislik harikası olarak değerlendirilebilecek muazzam bir su şebekesinin inşasına yol açmış. Kente ulaşan sular ise açık ya da kapalı çok sayıda yaratılan sarnıçlarda toplanarak, gene bu su şebekesi kapsamında bulunan pişmiş toprak ve kurşun borular aracılığıyla gerekli noktalara, devlet yapılarına, çeşmelere, hamamlara dağıtılıyormuş. Bakın şu muazzam kente:
Gelelim Ayasofya’nın güneybatısında, aynı zamanda Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve dünyadaki diğer kentlerin İstanbul’a olan uzaklıklarının hesaplanmasında kullanılan sıfır noktasını gösteren “Milion Taşı”nın da hemen yanında yer alan “Yerebatan Sarnıcı”na. Bu, Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından VI. yüzyılda, Büyük Saray ve çevresindeki yapıların su ihtiyacını sağlamak amacıyla, kayalık olan arazinin oyulması suretiyle yaptırılan büyük bir yeraltı sarnıcı. Suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunlar sebebiyle halk arasında “Yerebatan Sarayı” olarak bilinegelmiş. Yapının bulunduğu yerde daha önceleri bir ticaret bazilikası[4] bulunduğundan kimilerince Latincede “Cisterna Basilica” yani “Bazilika Sarnıcı” olarak da adlandırılmış.
Yerebatan inşa edilen çok sayıda kapalı sarnıç arasında en büyüğü, 80.000 ton su depolama kapasitesine sahip. Yaklaşık 10.000 m2 alanı kaplıyor; uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre olmak üzere dikdörtgen biçimli devasa bir yapı. Duvarları beş santime kadar varan kalınlıkta, mimaride, mühendislikte “horasan harcı” olarak bilinen çok dayanıklı ve su geçirmez nitelikte harçla sıvanmış. Yapının köşeleri de suyun basıncına karşı yuvarlatılarak kırılmış.
Sarnıcı her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun ayakta tutuyor, tuğla kemerleri ve bunların desteklediği çapraz tonozları taşıyor. Sütunlar birbirine 4,80 metre aralıklarla dikilmiş, her biri 28 sütun içeren 12 sıra halinde. Çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş bunlar, büyük bir kısmı tek parçadan, bir kısmı da iki parçadan oluşmakta. Bu taşıyıcı elemanlar “devşirme” olarak biliniyor. Yani oradan, buradan, kentin daha önceden mevcut fakat sonradan yıkılmış yapılarından, anıtlarından toparlanıp getirilmiş, bu yeni yapıda kullanılmış. Zaten birbirlerinden çok farklı görüntüde olanlar var. Sadece sütunlar değil, sütun başlıkları da farklılıklar gösteriyor. Kimisi Korint üslubunda, kimisi çok sade yapıda. Bu söylediklerimi yakından göstermek isterim:
Farklı sütunlar ve farklı başlıkları
Zaman çizgisinde çok sonralara atlamış olacağım ama bugün sarnıç gezildiğinde göze çarptığı için bahsettiğim farklılıklar nedeniyle burada belirtmem gerektiğini düşündüğüm için iki noktaya daha işaret edeyim. Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid döneminde, muhtemelen 1900’ların başlarında gerçekleştirilen bir onarım sırasında yapının güneybatısında bulunan 37 sütun etraflarını çeviren bir dolgu duvar ardında kalmış. Orada bir tehlike hissedildiğinden olsa gerek. Kuzey tarafından yer alan sütunların sekizi ise, bu defa 1955-60 yılları arasında uygulanan başka bir restorasyon sırasında kırılma tehlikesine maruz kaldığından beton kılıf içine alınmış. Özelliklerini kaybetmişler böylece!
Şu “devşirme” konusuna dönersem şimdi, çok ilginç, bambaşka birkaç tanesinden daha bahsetmeliyim. Mesela sarnıcın ortalarında öyle bir sütun var ki, gövdesi dalları budanmış bir ağaç gibi işlenmiş. Pek çok yerde de bu sütun “Ağlayan Sütun” ya da “Gözyaşı Sütunu” olarak anılıyor, çünkü üzerindeki şekilleri gözyaşlarına benzetmek de mümkün.
Ama daha fazla ilgi çekenler de var. İki sütunu taşıyan, biri tepetaklak, diğeri yan yatmış iki Medusa başı. Hani Yunan mitolojisinde gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan, yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar Medusa. Farklı efsaneler var hakkında. Bunlardan birine göre, aslında Medusa güzel bir kızken, kahraman Perseus onun altın sarısı saçlarına hayranmış. Ancak âşık olduğu Perseus’tan onu kıskanan Tanrıça Athena bu saçları yılana çevirmiş ve “Ona kim bakarsa taşa dönüşsün” diye lanetlemiş. Bunun üzerine Medusa’ya ancak ayna tutarak bakan ve yaklaşabilen Persesus onun başını keserek gücünü kendisine katmış. Bu efsane de “Medusa Başı”nın Bizans’ta sütun kaidelerine bakanların taşa dönmemesi için ters olarak yerleştirilmesine neden olmuş... Her ne ise, Roma Çağı heykel sanatının değerli örneklerinden bu başlar ve IV. yüzyıla ait oldukları biliniyor, ancak hangi yapıdan alınarak buraya getirildikleri bilinmiyor.
Biz sarnıcın tarihçesine devam edelim şimdi. 1204 yılında kentin Dördüncü Haçlı Seferiyle Latinler tarafından işgali ve yağmalanması sonrasında İmparatorluk Sarayının bulunduğu yerden taşınmasıyla sarnıç işlevini zamanla yitirmiş. 1453 yılında İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesini takip eden dönemde, Topkapı Sarayının inşa edilip devreye girmesi ardından sarnıç Saray bahçelerini sulamak amacıyla kullanılmaya başlanmış. Gelgelelim bir yandan da sarnıcın çevresinde ve üstünde evler inşa edilmeye başlanmış; gün gelmiş koskoca bir mahalle dokusu oluşmuş orada. Anlaşılan zaman içinde de pek çok meskenden delikler açılarak aşağıdaki sarnıçtan su çeker olmuş insanlar.
Sarnıcın Osmanlı döneminde ilk onarımı III. Ahmet döneminde, 1723’te Mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından gerçekleştirilmiş. İkinci onarımı ise yukarıda bahsettiğim II. Abdülhamid dönemindeki. Bir sonraki yine yukarıda bahsettiğim Cumhuriyet Döneminde, 1955-60 yıllarında yapılan. Zamanımıza gelmeden bir müdahale daha var, o da 1985-87 yıllarında İBB tarafından gerçekleştirilmiş. Medusa başlarının bulunması ve sarnıcın içerisine inen merdivenlerin yapılmasıyla sarnıcın turizme açılması o sıradadır. Artık gelelim son restorasyona.
“İBB Miras” kapsamındaki restorasyon
İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanı Oktay Özel yapılan çalışmayı anlatırken, aslında restorasyona 2017 yılında başlandığına, fakat 2019’da göreve geldiklerinde ancak yüzde 20’inin tamamlanmış olduğuna işaret ediyor. Yıl sonuna doğru yaşanan pandemi döneminde zaten ziyaretçi sayısı çok azaldığından sarnıcı tamamen kapatarak tarihinin en kapsamlı ve hızlı restorasyon sürecine girilmesi imkânını bulduklarını ekliyor. Sonunda Yerebatan Sarnıcı Müzesi olarak 2022’de hizmete açılmış.
İBB Kültür Varlıkları Projeler Müdürü Y. Mimar Merve Gedik ve Yardımcısı Y. Mimar Ayşen Kaya’nın yönettiği restorasyon işinde çok kişinin katkısı var; ne yazık ki herkesi anmama imkân yok. Sadece öğrenebildiğim kadarıyla işlerin şantiye kontrolörleri Mimar Cihangir Doğru, Elektrik Müh. Sevgi Güler ve Makina Müh. Ertuğrul İlkiz gözetiminde yürütüldüğü.
“Arkeolojik restorasyon” olarak anılan çalışmalarda özellikle üç uygulama benim dikkatimi çekti. Bunların her üçü de olası (“ve beklenen” dememe gerek var mı?) İstanbul depremine karşı yeterli dayanıklıkta olmadığının anlaşılması üzerine yapının güçlendirilmesi ve gereksiz yüklerden arındırılması yönünde olmuş. Daha da açıklamak gerekirse, bunlardan ilki, mevcut 336 mermer sütunun ayakta kalmasını sağlamak üzere aralarında mevcut gergi sisteminin korozyona uğradığının anlaşılması üzerine sökülüp, paslanmaz çelik ve ince kesitli modern bir gergi sisteminin oluşturulması şeklinde. Şunlardan bahsediyorum:
İkincisi, sarnıç üzerinde yük oluşturan iki metre yüksekliğindeki mevcut betonarme yürüyüş yolunun da kaldırılarak yerine yapının kimliğiyle uyumlu, modüler çelik malzemeden oluşan daha hafif bir yürüyüş yolu platformunun yerleştirilmesi. Böylece yapı 700 kamyon yükü betondan arındırılmış. Aşağıdaki fotoğraflarda restorasyon öncesi ve sonraki yürüyüş yolları arasındaki farkı göreceksiniz:
Restorasyon öncesi yürüyüş yolları
Restorasyon sonrası yürüyüş yolları
Hemen yukarıdaki fotoğrafa daha da dikkatle bakarsanız üçüncü uygulamanın sonucunu da görebilirsiniz. Bu da sarnıç zemininde bulunan ve 50 santim yüksekliğe ulaşan çimentolu geç dönem döşemelerinin temizlenmesi. Bu sayede ziyaretçiler ilk kez 1500 yıllık özgün tuğla döşemeleri görebiliyor. Böylece toplamda sarnıç genelinde yapının özgün dokusuna zarar veren 1.440 metreküp çimentolu harç sarnıçtan uzaklaştırılmış.
Bu kadarla bitmemiş işler elbette. Tarihi alanın mistik atmosferini korumak ve karakteristik özelliklerini görünür kılmak içinse gerektiğinde kültür sanat etkinlikleriyle entegre olabilecek, Romalı aydınlatma tasarımcısı Adriano Caputa tarafından tasarlanan dinamik bir aydınlatma tasarımı uygulanmış ve günümüz teknolojisinin uygulandığı mükemmel bir ses düzeniyle desteklenmiş. Ayrıca müze giriş-çıkış yapılarının güncel ihtiyaçlara cevap verecek şekilde daha çağdaş bir modelle yeniden düzenlenmesi ve bir müze mağazasının oluşturulmasıyla tamamlanmış restorasyon. Böylece sunulmuş “İnsanlığın hizmetine.”
Etkinlikler
Restorasyonunun tamamlanması ardından ziyaretçilerini ağırlamaya başlayan Yerebatan Sarnıcı Müzesinde günümüze kadar çok sayıda etkinlik gerçekleştirilmiş. Temmuz 2002’den itibaren sanatseverlere “Daha Derine” başlığı altında sunulan dokuz sanatçının (Ali Abayoğlu, Yasemin Aslan Bakiri, Berkay Buğdan, Malik Bulut, Aslı İrhan, Jennifer Steinkamp, Güneş Terkol, Muzaffer Tuncer ve Ozan Ünal) eserlerinden oluşan sergiyle başlamış etkinlikler.
Sonra devam etmiş... Başak Cankeş yönetiminde hayata geçirilen “Medusa’nın Çığlığı” kostüm sergisi; ebru sanatçısı Garip Ay’ın performansı; “Night Shift” adı altında akşam saatlerinde gerçekleştirilen konserler, lezzet şöleni gibi etkinlikler; “Derinden Gelen Sesler” kapsamında sunulan “Bach’tan Itrî’ye” ve “Handel’den Tanbûrî Mustafa Çavuş’a” müzik etkinlikleri; Türkiye’den kadın portrelerinin sahnelendiği Songül Öden’in “Lâl Hayat” performansı; aynı şekilde üç gerçek hamile kadın oyuncunun yer aldığı “Gebe” oyunu; ellerindeki mumlarla yürüyen katılımcılara ışık, koku ve mekân algısını bir arada yaşatan “Bazilikanın Karanlığı” etkinliği art arda gelmiş; derken...
Son olarak 1 Ağustos 2024 tarihinde açılan ve bu yazımın yayınlandığı Kasım 2024 sonunda kapanacağını anladığım “Yeraltının Kapıları” adlı sergi vardı. İBB Miras, İBB Kültür ve Çek Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu işbirliğiyle düzenlenen sergide Çek heykeltıraşlar Vlastimil Beránek ve Jaroslav Prošek’in kristal heykellerinden oluşan özel bir seçki Yerebatan Sarnıcının büyülü atmosferinde sunulmaktaydı.
Bu kapsamda son olarak benim için sürpriz olan bir noktayı kaydetmek istiyorum. Bu da gerek “Daha Derine” gerek “Yeraltının Kapıları” sergilerinin küratörünün henüz tanışma imkânı bulamadığım İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat olması (Gerçi ikincisini Çekya’dan Skoda’nın üst düzey yöneticilerinden olduğunu anladığım Miroslav Kroupa ile birlikte yapmış). Tabii bu da Polat’ın çok yönlü ve katmerli eğitiminin kapsamında doktora öncesi yaptığı iki Yüksek Lisanstan birinin “Kültür Yönetimi” alanında olmasına bağlıdır herhalde.
Devam edeceğiz yenilenen İstanbul’u adımlamaya...
[1] Petrus Gyllius’un Türkçeye çevrilip farklı yayınevleri tarafından defalarca basılan “İstanbul’un Tarihi Eserleri” ve “İstanbul Boğazı” adlı iki kitabı vardır.
[2] Kerim Altuğ’un doktora tezi İstanbul’daki Bizans dönemi sarnıçlarının mimari özellikleri hakkında.
[3] Bu bölümdeki bilgilerin bir kısmı İBB Miras tarafından Temmuz 2022 tarihinde yayımlanan “Yerebatan Sarnıcı – Daha Derine” başlıklı kitap ile Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı tarafından 1994’te yayımlanan “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi”, Cilt 7, ss.503-504’te yer alan, Semavi Eyice’nin kaleme aldığı “Yerebatan Sarayı” maddesi kaynaklıdır.
[4] Bazilikalar Antik dönemde adli ve ticari işler için de kullanılan kamu binalarıydı.
Şefik Onat kimdir? Şefik Onat, TED Ankara Koleji ve Londra Hendon Grammar School'da lise eğitiminin ardından A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olmuştur. 1966 – 1982 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı mensubu diplomat olarak Bakanlıktaki görevlerinin dışında OECD İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (Paris), Jakarta ve Islamabad T.C. Büyükelçilikleri, Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliğinde (New York) görev yapmıştır. 1982 – 1983 yıllarında Başbakanlık/Devlet Bakanlığı Özel Danışmanlığında bulunduktan sonra devlet memuriyetinden ayrılmıştır. 1984 – 1995 yılları arasında özel sektörde üç farklı şirkette üst düzey yöneticilik hizmetini takiben, 1996'da TOKI tarafından gerçekleştirilen B.M. HABITAT II Konferansının Konferans Hizmetleri Koordinatörü olarak Türkiye tarihinde yapılan en büyük ve en kapsamlı uluslararası organizasyonun sorumluluğunu üstlenmiştir. Bu konferansın ardından, 1997- 2010 yılları arasında, kendi kurduğu "ASİTANE Etkinlikler" firması eliyle, kamu kuruluşları ya da yerli ve yabancı Birlikler/Dernekler/Şirketlerin çeşitli ulusal ve uluslararası kongre, konferans, tanıtım, özel etkinlik, gösteri organizasyonlarını gerçekleştirmiştir. Öte yandan, Mimar Prof. Suha Özkan'la birlikte, 2006 yılında tüm dünya mimarlarının çalışmalarını internet ortamında tam eşitlik ilkeleri kapsamında yayınlayabildikleri ve yarıştıkları "World Architecture Community"i kurmuştur. 2010 başından itibaren kendini tamamen emekli ederek eşiyle birlikte Bodrum'a yerleşmiş ve bütünüyle, her zaman özel merakı olan tiyatro ve tarihi roman alanlarında yazmaya yönelmiştir. Tiyatro yazarı olarak, geçmiş yıllarda TRT'de "Radyo Tiyatrosu" ve "Arkası Yarın" programlarında, özgün + çeviri + uygulama niteliğinde 53 eseri yayınlanmıştır. Günümüze kadar sahne için 6 müzikal/müzikli oyun, 2 sahne oyunu, 5 film senaryosu yazan Onat'ın ayrıca 3 oyun çevirisi vardır. Yayımlanmış, editörlüğünü yaptığı 2 kitabın dışında, "Son Sultan Abdülhamid" ve "Casuslar İni İstanbul" başlıklı iki belgesel tarihi romanı ve diplomasi dönemi anılarını yansıtan "Diplomasi Dedikleri" başlıklı kitabı bulunmaktadır. ONK Telif Ajansına bağlı bulunan Onat, "T24 Haftalık", "Mesele121.org" ve "EK Eleştiri Kültür Dergisi" yazarları arasındadır. 1943 Ankara doğumlu, evli ve üç çocuk sahibidir. İngilizce ve Fransızca bilmektedir. İngiliz "British Council"ın lisanslı İngilizce hocasıdır. |