Sene 1982. Ridley Scott’ın, bilim kurgunun en sağlam kalemlerinden Philip K. Dick’in aynı adlı romanından uyarladığı Bladerunner filmi vizyona girmiş. ‘‘Yapay zekâ’’ bugünkü gibi günlük muhabbetlerin içerisinde değil elbette ama 2019 yılında geçen hikayesiyle Bladerunner bizi çok daha ‘‘ileri’’ bir geleceğe götürüyordu; ‘‘gerçek 2019’’da daha biz yeni yeni robot haklarını konuşmaya başlarken, ‘‘kurgu 2019’’ robotlar ile insanlar arasında artık neredeyse fiziksel farkların kalmadığı bir dünyada, bizi bu iki taraf arasındaki gönül bağlarıyla sınıyordu. (Durun, bizim önce çözmemiz gereken başka etik konular var!)
Sene 2019. (Gerçek olan.) Sekiz yaşındayken Bladerunner’ı izleyen ve filmde gördükleri yaratıcı dehasına yön veren Refik Anadol, birkaç yıl öncesine kadar ‘‘sadece bilim kurgularda olur’’ dediğimiz işlerle bizi çoktan tanıştırdı bile. Kimilerimiz hâlâ bilim kurgu gibi bakıyor onun yaptıklarına. Özellikle de dijital dünyayla yakın bir ilişki içerisinde değilseniz, dev ekranlarda gördükleriniz estetik olarak ayaklarınızı yerden kesse bile yaratım sürecini anlatmak için kullanılan ’‘veri’’, ‘‘algoritma’’, ‘‘yapay zeka’’ gibi her sözcük duyup gördüklerinizin ‘‘gerçek’’ değil, Bladerunner aleminin 2019’una aitmiş gibi hissetmenize sebep olabilir. Belki de Refik Anadol’un ‘‘veri heykeli’’ olarak da tabir edilen işlerini bu denli zihin açıcı kılan sebeplerden biri de bu: görsel olarak gerçeğin bilim kurguya en yaklaştığı yere bizi götürüyor.
2017 yılında Refik Anadol SALT’ın davetlisi olarak, SALT Araştırma arşiv koleksiyonlarındaki 1 milyon 700 binden fazla belgeyi, yapay zekâ ve makine öğrenimi algoritmalarıyla ortak özelliklerine göre gruplandırmış, sonrasında bu gruplandırmaları görselleştirerek bir medya enstelasyonuna dönüştürmüştü. Arşiv Rüyası adlı bu sergideki çalışmaların etkisi bünyemizde hâlâ yeni sayılırken geçtiğimiz yıl bambaşka bir sergiyle daha karşımızdaydı Refik Anadol: Eriyen Hatıralar… Bu sefer, veri olarak anıları odağına almıştı; mutlu, hüzünlü, kederli ve daha pek çok farklı duyguyu barındıran anıları duygularına göre, yine algoritmalarla ayrıştırarak ve görselleştirerek Pilevneli Galeri’nin üç katına yayılan o devasa heykellere dönüştürmüştü.
Gidemesek de göremesek de yapılış süreçlerini anlatan videoları izlerken bile o nefes kesici etkisini hissedebildiğimiz, Los Angeles’taki Walt Disney Concert Hall projesi ise geçtiğimiz Eylül ayında, Los Angeles Filarmoni’nin 100. sezon açılışını devasa bir görsel şov haline getirmişti. Orkestranın tüm arşivini projesine taşıyan Refik Anadol, Arşiv Rüyası ve Eriyen Hatıralar sergilerinde olduğu gibi, incelikli bir çalışma sürecinin ardından çıkan renkli görüntüleri konser binasının tüm cephelerine yerleştirilen dev ekranlardan yayınlamıştı.
34 yaşındaki sanatçının 2019’a durup dinlenerek girdiğini düşünmek absürt olur herhalde. Şu sıralarda NASA’yla ortak bir proje üzerinde çalışan Refik Anadol, yakın bir zaman önce Nike’la güçlerini birleştirerek, duygularla renklenen ve sadece Türkiye’de görülebilecek özel bir çalışmaya imza attı: Air Sinaps.
Mor, mavi ve yeşil renklerle hareketlenen Air Sinaps’in hemen yanı başında yaratıcısı Refik Anadol’la bir verinin heykele dönüşme sürecini konuştuk. Bir noktada boş bakmış olacağım ki çantasından laptop’ını çıkarıp neyin nasıl yapıldığını ekranında göstererek anlattı. Gerçekten özel bir andı; kendimi bir sihirbazın sırrını öğrenmiş gibi hissediyorum.
2018’in İstanbul’da en çok görülen ve sosyal medyada en çok paylaşılan sergisi olabilir Eriyen Hatıralar. Sergi zamanı konuşma fırsatımız olmamıştı ama şimdi soralım: Serginin ortaya çıkış süreci ve nelerden esinlendiğini anlatabilir misiniz?
Beş senedir Los Angeles’ta, 12 kişilik bir ekiple beraber çalışıyorum. Bundan yaklaşık iki sene önce, yapay zekayla beraber iş üretmenin aslında ne demek olduğunu kavradıktan sonra ortaya çıkardığım bir projenin bir uzantısıydı Eriyen Hatıralar. İlk olarak SALT’taki Arşiv Rüyası sergisiyle SALT bünyesindeki arşivin tamamını görselleştirip tekrar mekana ulaşmasını sağlamıştık. Genel bir tabirle, ‘‘geleceğin bir kütüphanesi’’ olarak tanımlayabiliriz bunu. Verinin bilgiye, bilginin deneyime dönüşmesiydi. Yapay zekanın aradaki araç olarak konumlandırılmasıyla, o varolduğu tahmin bile edilemeyen dünyanın açılmasını sağladık. Bu da aklımdaki bazı soruların giderilmesini sağladı bir noktada. Eğer yapay zeka olmasaydı, duygular ve hatıralar gibi bize dair çok kompleks ve kişisel olabilecek verilerin görselleşmesi de mümkün olamazdı.
Eriyen Hatıralar sergisinde de yine bundan yola çıkarak, ikinci bir deneme yaptık ve hatıralarımızı anlamak üzerine çalışmaya koyulduk. Hatıralarımızı görebilir, hissedebilir miyiz? Onlara dokunabilir miyiz? Peki tüm bunları kişisel alana girmeden nasıl sağlayabiliriz? Eriyen Hatıralar tüm bunların yapılabileceğinin bir cevabıydı aslında.
Türkiye’de herkesin sergiye ilgisi ve merakı çok yoğundu ve tahminimce bu alanda çok fazla iş olmadığı için de hızlıca duyuldu ve deneyimlendi. Görülemeyenin görülür olma ihtimalinin verdiği o büyüleyici his sergiyi ziyaret edenlerde farklı hisler yarattı galiba.
Tabii tüm bunları dev ekranlarda görmek de ayrı bir etki yaratıyor…
Evet, hipnotize eden bir tarafı var. Ama zaten verinin bence başlı başına böyle bir etkisi var. Veri, o kadar enterasan bir dil ki, doğru algoritmalarla buluştuğu zaman, eğer kaygınız veriyi okumak değilse (ki ben sanatçının kaygısının sıkıcı bir veri görselleştirmesi olduğunu düşünmüyorum) ve eğer o şiirselliği yakalayabiliyorsanız yepyeni bir dil çıkarıyorsunuz ortaya. Yani daha önce hiç görülmemiş, duyulmamış bir dili anlamaya çalışan insanlara dönüşüyoruz.
On iki kişiden oluşan bir ekiple çalışıyorum dediniz. Bir fikrin ortaya çıkışı ve yaratım süreci nasıl ilerliyor sizin tarafınızda?
Bilim kurgudan çok fazla ilham almış biriyim. Sekiz yaşındayken İstanbul Maltepe’deki evimizde, VHS kasetten Bladerunner’ı izledim ve aynı yaz annem bana ilk bilgisayarımı hediye etti. Rüya gibiydi!
Filmden çok etkilendiğimi hatırlıyorum: Uçan arabalar, gelecekteki binalar, robotların aralarındaki ilişkiler, yapay zeka derken o zaman hakikaten büyülenmiştim. Bence o yüzden Los Angeles’ta yaşamayı seçtim diye düşünüyorum içten içe. Film Los Angeles’ta geçiyor çünkü. 2019’da… İçinde bulunduğumuz senede.
Şu an on iki kişilik; yapay zeka, mimari, kod ve jeneratif sistemler gibi farklı alanlar üzerine düşünebilen, herkesin kod yazabildiği bir ekibiz. Bizim için hikaye her zaman bir veriyle başlıyor. Niteliği veya niceliği fark etmiyor: büyük veya küçük, kişisel veya kamusal… Bu veriler daha sonra belirli algoritmalardan geçiyor. Önceliğimiz ise bunların şiirsel buluşmalarını sağlamak. Ben de son on yıldır, algoritmaların şiirsel çıktılarına bakmaya çalışıyorum. Mesela, dağları veya okyanusları yaratan bir algoritma ile insan duyguları birleşirse ne olur? Ya da su simülasyonu yaratan bir algoritmayla bir veriyi buluşturursanız ortaya ne çıkar? Biraz imkansızı zorlayan, düşünmeyeni düşünen, görülmeyeni görmeye çalışan bir taraf var içimde.
Bu şiirselliğin yaratılmasında yapay zekanın da rolü büyük. Oysa gelecek tasavvurlarında her daim karanlık bir tarafa itiliyor ve özellikle yaratıcı endüstriler söz konusu olduğunda ‘‘eksik’’ görülüyor yapay zeka; yaratacağı fırsatlardan çok, vereceği zararlar üzerinde durduğumuzdan olsa gerek. Sizce gelecekte, özellikle kreatif alanlarda neler başaracak yapay zeka?
Bence yapay zeka bilişim kapasitemizi yükseltebilecek ve ufkumuzu açabilecek bir teknoloji, bir araç. Daha o kadar başındayız ki sürecin, bunu nasıl kullanabileceğimizin tam olarak farkında değiliz.
Bununla ilgili hep aynı örneği veriyorum: insanoğlu ateşi bulduğunda, bu buluşunun öneminin farkında değildi.
İlk defa, bulunan bir şeyin farkındayız. Belki de bu daha önce başımıza gelmemişti çünkü iletişim ağı bu kadar gelişmemişti; uydular bizi birbirimize bağlamıyordu. Dünyanın bir ucunda bulunan ateşin diğer tarafa gitme hızı ile günümüzde bir fikrin yayılma hızı arasındaki farkı düşünmek yeter.
Muhtemelen çok güzel bir süreç var önümüzde ama geçmişten gelen kaygılar yönlendiriyor bizi hâlâ. Ateşi bulduğumuzda yemek de yapabildik, silah da… Teknolojinin getirdiği her yenilik de bu ikililiğe göre değerlendiriliyor. Bense yapay zeka söz konusu olduğunda silah değil de yemek yaptığımız o kısma odaklanmak istiyorum. Bu erişim gücüyle neler yapabiliriz diye düşündüğümde de aklıma ilk olarak sanat geliyor. Sanatı insanlara hayal kurdurdurabilme gücü olarak tanımlayabilirsek eğer, teknoloji üzerinden de bunu sağlayabiliriz diye düşünüyorum.
Yapay zekânın kreatif alanlardaki işlerinden bahsederken, telif hakları gibi bazı etik konulardan da bahsetmek gerek…
Umarım etik konusundaki kaygılar çok yakında daha da güçlenir. Çünkü ne kadar hızlı bu konular üzerine düşünüp çözüm üretebilirsek o kadar hızlı gelişebiliriz.
Tabii bir de çok enteresan bir durum var: insan olarak hayatta gördüğümüz her şeyi kaydedebilen, bir şekilde geri çağırabilen bir bilişim kapasitemiz var, değil mi? Bir hatıranın, bir anın bize ilham verebilmesi çok doğal hepimiz için. Öyleyse neden bir veri yığını da bir hatıra olmasın? Aynı şekilde yapay zeka ileride bir gün düşünme ihtiyacı duyarsa ve kendine bir kültür yaratmaya karar verip o kültür alanı içerisinde ilk eserini üretirse o kültürü geçerli saymayacak mıyız?
Bütün bu sorular sadece sanatta değil, başka alanlarda da var aslında: sürücüsüz gidebilen bir araç kaza yaptığında kim hatalı sayılacak mesela? Yine de bu soruların cevaplanmasını beklerken bir taraftan da üretmeye devam etmek gerekiyor yoksa kısır döngünün içinde kalıp yok olabiliriz.
Yeni medya sanatı teknolojiyle iç içe olduğu için büyük şirketlerin desteğine de ihtiyaç duyuyor. Aslında sanatın, sermaye sahiplerinden ekonomik olarak destek alması yeni bir şey değil ama burada farklı bir durum, bir ‘‘iş birliği’’ söz konusu artık. İki taraf da birbirine kapı açıyor. Mesela sizin Google’la olan iş birliğinizdeki gibi… Bu iş birliği nasıl bir forma bürünecek sizce?
Rönesans zamanında varlıklı ailelerin sanatçılara verdiği desteği günümüzde ufku açık, vizyoner firmalar üstleniyor artık. Tabii geçmiştekinden farklı bir versiyon bu yaşanan… Dünyanın en büyük teknoloji firmaları, en iyi algoritmaları ve bilişim sistemlerini bizim kullanımıza sunabiliyor mesela ve bizim projelerimizeki gibi yüksek çözünürlüğe sahip veri yığınını toplayıp onlardan bir veri heykeli yaratabilme şansına ulaşmamızı sağlıyor.
Bunlar umuyorum ki daha da artar çünkü sanatın ister istemez yeni bir ekonomik yapıya ihtiyacı var. Fikirler ve hayallerin her zaman bir sanatçının atölyesine sığmasını bekleyemezsiniz. Bu sığmayan fikirlerin de gerçeğe dönüşebilmesi iki taraf arasındaki ilişkiler sayesinde mümkün.
Bill Gates’le yollarınızın kesişme hikayesi de oldukça ilham verici. Tam olarak ne zaman gerçekleşmişti?
2013 yılında, üniversitedeki çalışmalarım sırasında Walt Disney Concert Hall binasına rüya gördürme fikrimi etrafımdakilere söylediğim zaman herkes beni vazgeçirmeye çalıştı; ‘‘Öğrencisin sen daha’’, ‘‘Olmaz öyle şey’’, ‘‘Frank Ghery sana cevap vermez, deneme bile’’ diyerek. Pesimist klişeler anlayacağınız… Ne kadar yıkıcı bir durum aslında. Onları dinleyip tüm o mailleri atmayabilirdim.
Her şey kolayca gerçekleşmedi tabii ama bir şans çıktı karşıma: Microsoft Search, her sene Harvard, MIT gibi Ivy League’deki on okulu yazın bir araya getiriyor ve öğrencilere fikirlerini, çalışmalarını sunmaları için fırsat veriyor. Her öğrenciye sadece sekiz dakika tanınıyor ve bu süre içerisinde katılanlardan tüm aklındakileri anlatmaları bekleniyor.
Ben de bu sekiz dakikalık sürede, bir binaya hayal gördürme fikrimden bahsettim. O gün Bill Gates de oradaymış. Böylece onunla da tanışma ve koleksiyonuna girme fırsatı buldum. Hayatımı değiştiren anlardan biriydi çünkü sonrasında pek çok teknoloji deviyle çalışma şansım oldu.
Tüm o çalışmalar bittikten sonra, Los Angeles Filarmoni’nin açılış gecesinde, Walt Disney Concert Hall projeniz ilk kez izleyiciyle buluşunca neler hissettiniz?
Bunun gerçekten bir sanat eseri olduğunu fark ettim. Steven Spielberg, Alejandro González Iñárritu, Ridley Scott gibi hayran olduğum büyük yönetmenlerle beraber izleyebilmek ve onlardan olumlu yorumlar alabilmek, işlerimizin on binlerce insan tarafından izlenebilmesi ve farklı farklı herkese dokunabilmesi… Bu ancak sanatla olabilir. Bunun gücünü hissetmek gerçekten çok etkileyiciydi benim için.
Peki düşündükçe en çok hangi an size gurur veriyor?
Alejandro González Iñárritu ilk görenlerden ve bana ‘‘İlk defa bilim kurgu içindeki bir sahneye dokunabileceğimi hissettim’’ dedi. Vizyoner bir insandan böyle bir yorum alabilmek çok özel bir his tabii.
Ridley Scott da Steven Spielberg’e şöyle bir mesaj atmış: ‘’Kalkın, evlerinizden çıkın; zamanında ilham verdiğiniz insanlar artık size ilham vermeye hazırlar.’’ Bu söz yeni bir dünya açtı bana.
Şu ara yine büyük bir proje üzerinde çalışıyorsunuz NASA’yla. Düşünmesi bile heyecan verici. Projenin detayları nedir?
NASA’nın Kaliforniya’daki kontrol üssü JPL’de (Jet Propulsion Laboratory) gerçekleşecek, bir senedir çalıştığımız bir proje bu. Yine büyük ekranlarda gösterilecek. Mars’taki bir aracın içinden gelip giden verilerin toplandığı bir oda var üssün içinde. Zamanında ilk trigonometrik uzay hesaplamaları da burada yapılmış. Sembolik olarak burayı evrenin orta noktası olarak kabul ediyorlar. O oda için hazırlanacak bu heykel. Uzaydaki tüm aktif makinalardan eş zamanlı olarak elde edeceğimiz verilerden oluşturacağız.
Bu arada Nike projesi de tamamlandı, izleyiciyle buluştu bile. Nike’la yollarınız nasıl kesişti?
Altı ay önce başladı iş birliğimiz ama Nike’ı zaten önceden de biliyordum. Ne kadar inovatif ve teknolojiye, ulaşılamayana ulaşmaya çalışan bir marka olduğunun farkındaydım. Bizi bir araya getiren de yeni Air Max 720 ayakkabısı oldu. Proje için tam 720 kişi, markanın bir mağazasının içinde kurulan özel alanda ayakkabıyı denediler ve EEG teknolojisiyle, bu 720 kişinin ayakkabıyı giydikleri andaki duygusal tepkilerini ölçtük, büyük bir veri olarak topladık. Eriyen Hatıralar’da anılar üzerinde çalışmıştım. Bu proje için de duygularla ne yapılabilir diye sorarak yola çıktık. Dokumadığımız ama hissedebildiğimiz bir materyalle bir veri heykeli oluşturmaktı aklımızdaki.
Bu 720 katılımcı tamamen anonim ve gönüllü olarak dahil oldular projeye. Beyin sensörleri neler hissettiklerini anlamamıza yardımcı oluyor. Projenin adını da Air Sinaps koyduk. ‘‘Sinaps’’ yani nöronlarımızdan geleni, iki sinir hücresi arasındaki iletişim anını temel aldığımız için. Tabii ki farklı farklı duygular topladık ama herkeste ortak olan, o an odaklandıkları iki kuvvetli duyguyu seçtik ve dört dakikalık bir veri heykeli oluşturduk.
Neye odaklandıklarını nasıl anlayabiliyorsunuz?
Beyin sensörleri o kadar gelişmiş bir halde ki bu verileri bize nokta atışı olarak verebiliyor. Bu çalışmada da bir laboratuvar ortamı kurguladık. 720 katılımcının hepsi de eşit şartlarda bu anı deneyimleme şansı buldu. Ayrıca bu proje için Eriyen Hatıralar’da da birlikte çalıştığım nörolog Adam Gazzaley ile ilerledik. Konu beyinle ilgiliyse onun görüşlerini her zaman alırım. Ve sonuç olarak herkesin ortak odak noktaları ortaya çıktı; biz de farklılıkları değil de benzerlikleri alalım diye karar verdik.
Sadece Türkiye’de mi gösterilecek peki Air Sinaps?
Evet, yalnızca Türkiye için başlattığımız bir proje bu. Dört Nike mağazasındaki ekranlarda kurulu. İstinyePark, Zorlu, Beyoğlu ve Bağadat Caddesi’ndeki mağazalarda… 1-21 Nisan tarihleri arasında da City’s AVM’nin dış cephesindeki ekranlarda görebilirsiniz.