Akıllı telefonlar elimiz ayağımız olmuşken, “pil zayıf” cümlesi ekranlarda belirdiği anda dünyamız kararacakmış gibi hissederken dijital dünyanın geleceğimizi nasıl teslim alacağına dair öngörüleri bilimkurguların bize söylediği şekillerde kabulümüz aslında bir tür evrimden geçtiğimizi fark etmememizden kaynaklanıyor. Henüz insan suretindeki robotlar ortalıkta dolaşmasa da dijital dünyanın dâhileri dönüşümü çoktan başlattılar bile. Bunun nasıl bir gelecek yaratacağı şimdilik zihnimizde dev soru işaretleri oluştursa da etik ve politik tartışmalar artık bugünün de meselesi.
Robotların birincil yaşam haklarına dair tasarılar düzenleniyor, edebiyattan sanata yeni eserler üretecek yapay zekanın telif hakları konuşuluyor, tüm bunlar gerçekleşirken biz insanların işinden olup olmayacağı konusunda türlü endişeler dile getiriliyor. Peki herkesin dilinde olan bu dijital dönüşüm hakkında sorduklarımızın hangileri öncelikli ve “doğru” demeyelim ama “yerinde” sorular?..
Dijital dönüşüm okullarda tablet dağıtmak ya da fabrikalardaki makinelerin bilgisayarlara bağlanması gibi basit konulara indirgenebiliyor bazen. Ya da mevzuyu ciddiyetiyle tartışmak, teknik dile hâkim akademik ve profesyonel alanlara has bir uğraş gibi görülüyor. Oysa bebeklerin bile telefonda diledikleri uygulamayı birkaç hamlede açabildiği şu dünyada, bilimkurguların gerçekleşmeye en yakın olduğu yerdeyiz.
Ve cevaplarını bilemesek de soruları sormak artık gerekli.
Bu soruları 7’den 70’e tüm katılımcılarına sordurmak ve hatta cevapları birlikte bulmak amacıyla yola koyulan buluştuğumuzda, niyetim aslında Digilogue olarak 9 Mart’ta Sónar Festival kapsamında gerçekleştirecekleri Sónar +D etkinliğini konuşmaktı.
Başlarken şunu soralım: Digilogue nasıl bir ihtiyaçla yola çıktı?
Bundan dört sene önce, Zorlu PSM’de Barbican Center’ın da katkılarıyla Dijital Devrim başlıklı bir sergi düzenlemiştik. Aslında Barbican Center bu sergide, iletişimi kolay bir dil kullanarak anlatmış olsa da dijitalin felsefi tarafını da işleyecek bazı paneller düzenlemeyi bir ihtiyaç olarak gördük. Evet, sergide teknolojinin arkeolojisi dediğimiz şekilde, 50’lerden bu yana kullanılan aygıtların, yazılımların ve interaktif teknolojilerin nasıl geliştiği çok net bir şekilde anlatılıyordu; konuyla iç içe olmasanız bile, tanıklık ettikleriniz vasıtasıyla süreçleri anlamanız mümkündü. Yine de bazı gelişmelere “yenilik” olarak bakmakla kalıyoruz ve işin felsefi boyutunu es geçebiliyoruz.
Biz de düzenleyeceğimiz bir panelle, dijitalin hayatlarımıza nasıl dokunduğunu derinlikli bir şekilde irdelemek istedik; çünkü her teknolojik gelişim, hayatımızda bir ilerleme sağlamıyor ya da bilgiye ulaşmamızı kolaylaştırmıyor. Bir değişim var ama bunun ne yönde olduğunu ve neleri getirdiğini, üzerinde düşünmeden anlayamayız.
Bu esnada fark ettik ki, bu alanda pek çok çalışma yapılsa da çoğu didaktik bir üsluba sahip; bu açıdan da geniş kitleleri kapsayıcı değiller. Türkiye’de dijitale dair bir merak var ama profesyonel alanlarla sınırlı kalabiliyor konular. Biz de panelin konularını belirlerken –ki sonradan, Future Tellers adlı bu panel, her yıl düzenli olarak organize ettiğimiz bir etkinliğe dönüştü– Digilogue’un temellerini atmış olduk. Sadece didaktik sözler söyleyen bir platform olmaktansa, her gelişmeyi nedenleriyle işlemeye karar verdik: Niçin bu araçları üretiyoruz? Bu araçları üretirken nasıl bir sosyal etkileşim yaratıyoruz? Toplum bunları nasıl karşılıyor? Kısacası, dijital dönüşümü ve yeni teknolojileri baştan sona savunmak yerine, bunun üzerine irdelemeler yapıp, savunulmayacak yönleri varsa da bunları sorgulamaya açıyoruz. Ve tabii, kabaca bir tabirle “7’den 70’e”, tüm mesleklerden katılımcıları kapsayacak bir anlatım şekliyle...
“Dijital dönüşüm” artık günümüzün tam ortasına yerleşmiş, sanattan modaya bugünü şekillendiren bir konu. Peki dijital dönüşüm dendiğinde tam olarak ne anlamalıyız? Çünkü tahayyül ettiğimiz şey çok sınırlı kalabiliyor sanki…
Aslında dijital dönüşüm çoktan gerçekleşti. 90’larda ve hatta 80’lerde olup bitti diyebiliriz. Günümüzde dijital dönüşüm dendiğinde, makinelerin dijitalleşmesi, şirketlerin verilerini bilgisayar sistemine aktarması gibi klasik geçişler düşünülüyor ama bu değil.
Ne olduğuna gelirsek... Malum, telefonlar, tabletler, bilgisayarlar artık birer uzvumuz gibi. Bu da insanın ontolojik varlığının sınırlarını değiştiriyor. Parmaklarımız yeni hareketler öğreniyor, yeni kaslar geliştiriyor. İnsandaki değişimi düşünürsek, somatik bir süreç söz konusu. Hatta buna bir evrim bile diyebiliriz. Baltanın icadı insanlığın ilk yıllarında nasıl bir evrim yarattıysa bu da öyle... Aygıtlara fiziksel ve nörolojik olarak adapte olmamız gerekiyor. Bu adaptasyonun sonucunda ortaya çıkanlar iyi de olabilir, kötü de... Mesela çocuklarda derinlik algısı yok olmaya başladı; basılı bir fotoğraf gördüklerinde, bunu sanki dijital bir aygıt kullanıyorlarmış gibi yana kaydırarak değiştirmeye çalışıyorlar. Yani Barbican, her ne kadar “dijital devrim” demiş olsa da esasında bahsettiğimiz bir evrim.
Hem gelecek toplumlardaki etkilerini düşünerek konuşmakta da fayda var. Günümüzde dönüşüm devam ediyor ve bunun içine doğan jenerasyon acaba gelecekte neler yapacak? Gaming endüstrisinin içinde büyümüş ve alternatif dünyalarda yaşamaya çok küçük yaşlardan alışmış bir kitle söz konusu... Bu alternatif dünyaları daha da büyütmeye hevesli olacaklar mı? Bu psikoloji, 30 yıl sonra nasıl bir gerçeklik algısı yaratacak?
Şu ara kurgu dünyası kendini distopyalara iyice kaptırmış durumda. Özellikle televizyon yapımları distopyalardan besleniyor. En bilinen örneği Black Mirror. Siz bu soruları sorarken, geleceği nasıl görüyorsunuz? Gerçekten de teknoloji ve dijital etkisindeki gelecek distopyalardaki kadar karanlık mı olacak?
Bizim Digilogue olarak yola çıktığımız konulardan biri de buydu. Biz biraz daha optimist kalmayı istiyoruz. Dediğin gibi, bazı korkutan tarafları olsa da gerçekten korkmaya başlamadan önce neler olup bittiğini anlamak istiyoruz. Çünkü malum, korkunun büyük bir kısmı, bilmemekten ya da anlamamaktan kaynaklanıyor.
Optimist olmak bir tarafa, bazı senaryolar hakikaten korkutucu. Özellikle silahlanma söz konusu olduğunda. Bir gün biri garajında, denetimsiz bir şekilde bir robot üretebilir ve olaylar gelişebilir...
Düşününce, silahlanma gibi konular söz konusu olduğunda, denetimli yapılması, denetimsiz olmasından daha tehlikeli sonuçlara yol açabilir, ki aslında zaten yapılıyor.
Yaratıcı endüstriler söz konusu olduğunda da artık çok kalıplaşmış ve cevabı merak edilen sorular var. Mesela, yapay zekanın ürettiği işler günün sonunda kime ait olacak: yapay zekanın kendisine mi, yoksa onu kodlayana mı? Ya da şöyle soralım; yapay zekanın telif hakkı olacak mı?
Robot hakları üzerine konuşulmaya çoktan başlandı, hatta kanun tasarıları hazırlanıyor ama bunlar daha “somut” konular. Bir de telif hakkı gibi, felsefi bir tartışmayı da beraberinde getiren konular var ki geleceğin meslekleri asıl olarak bunları inceleyecek. Şu anda akademik ve felsefi boyutlarıyla düşünmeye başladık. Yakında müfredatlarda daha detaylı olarak karşımıza çıkacak.
Yaratıcı endüstrilerde, başka neleri tartışacağız?
Eser hırsızlığı ve neyin gerçek neyin sahte olduğunu kanıtlamak çok zor, özellikle dijital dünyanın imkanları düşünülecek olursa. Bu konuyla ilgili Google’la iş birliği yapan ve hem nöral ağlar hem de yapay zekaya dair araştırmaları bulunan Gene Kogan’ın önemli öngörüleri var. Kogan mesela, tamamen algoritmalar ve geçmiş datalar üzerinden, bir devlet başkanının konuşmasının baştan sona bilgisayar ortamında yaratılabileceğini söylüyor. Aslında bir devlet başkanının tam o anda izlediğiniz ve gerçek sandığınız bir konuşması, tamamen sahte ve bilgisayar üzerinde yaratılmış bir şey olabilir. Birebir öyle gibi gözükse de görüp duyduğumuz şeylerin gerçek olup olmadığını bilmemek özellikle politik anlamda büyük kafa karışıklığı yaratacak.
Hatta bu başladı bile. Özellikle Instagram ve Facebook gibi, artık birer uzvumuz haline gelen sosyal medya kanalları algoritmik olarak yapay zekalar tarafından yönetiliyor ve gördüklerimizin gerçekliği konusunda emin değiliz. Gerçek sonrası çağdayız artık ve gerçek ile fabrikasyonu ayıramayacağımız, akılların daha çok karışacağı bir gelecek bekliyor bizi.
Dijital dönüşümün belki de en zihin açıcı etkisi, yaratıcı endüstriler üzerinden karşımıza çıkıyor. Artık yepyeni üretim şekilleriyle yollarımız kesişiyor. Makine öğrenim ile sanatın kesiştiği yerde, gelecekte bizi başka neler bekliyor?
Günümüzdeki işler veri görselleştirilmesi üzerinden ilerliyor. Çünkü buna ihtiyacımız var. Yepyeni teknolojiler söz konusu. Makine öğrenimi, yapay zekâ... Ve bunların neye benzediğini gözlerimizle görmek istiyoruz. O yüzden de görsel ağırlıklı üretimler ortaya çıkıyor.
Bir noktada burada belki o görsel çıktıyı sindirip yeterince irdeledikten sonra başka yönlere kayılabilir diye düşünüyorum. Ama zaten şu anda da çok ilginç projeler var, görselliğe ağırlık vermeden de ilerleyebilen. Mesela, birlikte çalıştığımız ve Sónar+D programına da dahil olan DECOL’un projelerinden bir tanesi kanun yazdırmak. Bazı farklı anayasaları bir araya getirip, sonra da onların hepsinin toplamından yeni bir anayasa yaratması isteniyor. Bazen o kadar komik cümleler yaratıyorlar ki!
Bager Akbay da Türkiye’de ilk robot hakları konusunu ortaya atan ve yine uzun süredir birlikte çalıştığımız isimlerden biri. Kendisinin ürettiği Deniz Yılmaz adlı yapay zekâ, gazetelere şiirler yazıyor, belki görmüşsünüzdür. TÜYAP’ta kitabını bile imzaladı bu yapay zekâ.
İlk anda sanatsal üretim gibi gelmeyebilir ama hem yapay zeka hem de blockchain kullanarak peyzaj çalışmaları yapan sanat kolektifleri bile var. Sürdürülebilirliği gözeterek bir planlama yapıyor, böylelikle doğayı korurken, peyzajı ve çevreyi de güzelleştiriyor.
Yakın zamanda bunlar gibi, sadece görselliği gözetmeyen, başka alanlara da açılan işleri daha çok göreceğiz.
Bir taraftan da dijital ortam çok hızlı olduğu için, bugün yeni olan bir üretim şekli, kısa süre içinde “eski” olarak görülme riskiyle karşı karşıya. Dijital dönüşüm hızlı üretim ve hızlı tüketimi de beraberinde getirirken gelecekte sizce neler kalıcı olacak?
Günlük hayatta çok fazla imgeye maruz kalıyoruz. On sene öncesinde bile gün içinde gözümüzün gördüğü imge sayısı milyarları buluyordu. Bir de bugünü düşünün... “Göz” zaten artık aşırı kullanılmış ve yorulmuş bir mecra; haliyle artık gözü şaşırtmak zor. Hem bu sadece yeni medya sanatı için değil, tüm sanat dalları için geçerli. Bir poster için de en basitinden bir sosyal medya paylaşımı için de...
Bu noktada artık gördüklerimiz değil de onların yapılış şekilleri ve hikayeleri ayrıştırıcı olacak. Mesela Kazimir Marlevich’in Black Square adlı eseri o yüzden önemlidir. Ben size siyah bir kare sunabilirim ama esas önemli olan bunu nasıl bir laboratuvar sürecinden çıkardığım ve size ne şekilde sunduğum. Son yıllarda hikâye odaklı ilerlememizin sebebi de biraz bu.
Ayrıca ilerleyen yıllarda, bütün duyulara hitap eden, en çok hatırlanan olacak. Bir mecra, dijital veya teknolojik, gerçekten bir his ve duygu yaratmak için kullanılıyorsa güçlü oluyor. Bunu ayrıca tiyatro ve sahne performanslarında da görüyoruz artık. Duygu ve duygu durumuna dokunabilmek en önemlisi.
Peki Sónar Istanbul’da işleriyle yer alacak sanatçıları seçerken hangi kriterleri gözetiyorsunuz?
Çok yönlü bakıyoruz diyebiliriz. Sadece görselliğinin olması yeterli değil. Kendi özgün hikayesini anlatan ya da yepyeni mecralar yaratan ve kendi yazdığı yazılımla eserini ortaya koyan işler bizim seçkimiz için önemli. Sanatçının altyapısında işlerini nasıl yaptığını irdeliyoruz; hangi teknolojileri kullandığını veya neler yarattığını göz önünde bulunduruyoruz. Tabii bunların sahneye nasıl yansıtıldığı ve sunulduğu da önemli.
Biz her sene açık çağrı yaparak katılacak sanatçıları Sónar programında yer almaya davet ediyoruz ve başvurular arasından bir değerlendirme yaparak seçkimizi oluşturuyoruz. Bu açıdan her sene farklı ve yeni isimlerle çalışma imkanımız oluyor. Ayrıca, Türkiye’den seçtiğimiz üç projeyi, Sónar kapsamında yurt dışına da götürüyoruz. Geçen sene de aynı şekilde Hollanda’da düzenlenen çağdaş sanat festivali TodaysArt Festival’a Türkiye’den sanatçıları götürmüştük. Bu, sanatçıların yurt dışında görünürlük elde etmesi açısından önemli bizim için.
Digilogue olarak yıl boyu aktif bir programınız var. Future Tellers’dan bahsettik. Yakında bir de Sónar iş birliğiyle yaptığınız Sónar+D var. O sadece festivalin Barselona ve İstanbul’daki organizasyonlarında gerçekleşiyor. Digilogue olarak, Sónar’ın bir parçası olmaya nasıl karar verdiniz?
Sónar Festival’ın düzenlendiği diğer şehirlerde de Sónar +D gibi, yeni medya üretimlerine ayrılmış etkinlikler düzenlenmeye başladı ama Barselona’nın en yakın takibe aldığı ve ilgi gösterdiği İstanbul’daki... Bunun en büyük sebebi de Türkiye’den yaratıcı endüstriler ve teknoloji kesişiminde harika işler çıkması. Hollywood’a bakarsanız, görsel efekt alanındaki en başarılı isimlerin Türkiye’den çıktığı görebilirsiniz. Bizim dijital mecralara ve platformlara bir yatkınlığımız var. Daha yedi sene önce bile, dünyanın en çok akıllı telefon kullanan ülkelerinden biriydi Türkiye. Biz de Digilogue olarak yaratıcı endüstriler ve teknolojinin kesiştiği yeri sahiplendiğimiz için, Türkiye’den sanatçılara uluslararası bir platformda da yer açmak adına Sónar’a dahil olmaya karar verdik.
Programa dair tüm detaylar Digilogue’un web sitesinde var ama sizce ön plana çıkan etkinlikler hangileri?
Hem gündüz hem de gece olmak üzere iki ayrı programımız olacak. 9 Mart Cumartesi günü gerçekleşecek gündüz programlarımız, saat 10.00-20.00 arası, herkese açık ve ücretsiz. Atölyeler, sunumlar, mini dersler ve söyleşiler olacak, bu programda. Mesela Spotify Berlin, bu yıl bağımsız müzisyenlere dijital mecralarda kendilerini nasıl tanıtabilecekleri üzerine eğitimler verecek. Festivalin müzik programına paralel olarak Music Talks söyleşilerimiz de olacak; gece çalacak DJ’lerin konuşmalarını dinleyeceğiz. Bu yıl ayrıca teknoloji ve dijital dünyayı kadın bakış açısıyla inceleyeceğimiz konular da var.
Sanatçı Beyza Dilem Toptal’ın insanın doğadaki yerini ve doğayla olan etkileşimini konu aldığı “FAT” enstalasyonunu ve Buenos Aires merkezli tasarım kolektifi motus.lumina’nın imzasını taşıyan Sonic Lines ve Visual Drum isimli interaktif enstalasyonları da sergi alanlarında görebilirsiniz. İngiliz sanatçı Natalie Sharp’ın insan vücudu ve teknoloji arasında oluşturulan arayüzleri anlatacağı Body Vice Spine isimli sunumu ile mimari tasarım ve görselleme alanında çalışan sanatçı Onur Çömlekçi’nin gelecekteki yeni gerçekçiliği anlatacağı Everything is Connected sunumu da programdaki etkinlikler arasında.