Trajediye bulanmış bu coğrafyada anlatılan kadın hikayeleri de aynı sona yazgılı. Haliyle Kuzey Karadeniz’de yaşayan Sibel’in hikâyesini izlerken, neler olup biteceğini çok iyi biliyormuşuz gibi hissediyoruz. Ve evet, filmin sonunda boğazımız yine düğümleniyor ama yönetmenleri Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti bizi ters köşeye yatırdığı, alışık olmadığımızı gösterdiği için: Güçlü bir kadın hikayesi anlatan Sibel filmi, kadın dayanışmasının zafer dolu hisleriyle bitiyor.
Film, adını aldığı, Sibel adlı genç bir kadının hikâyesini anlatıyor. Giresun’daki Kuşköy’de yaşıyor Sibel; ıslık dilinin konuşulduğu dünya üzerindeki birkaç yerden biri burası. Sibel, konuşma engelli olduğu için sadece ıslık diliyle anlaşabiliyor çevresindekilerle. Bu engelinden ötürü “eksik” görüldüğü için ailesindekiler de çevresindekiler de onu toplumsal baskılardan muaf tutmuş bir nevi: Gün içinde istediği yere, istediği gibi giyinerek gidebiliyor, silah taşıyor; yani kısacası, köyün erkeklerinden farksız yaşıyor.
Bir gün ormanda Ali adında genç bir adamla karşılaşıyor ve sonrasında toplumsal kurallarla sert bir çarpışması oluyor Sibel’in. Bundan sonrası dediğimiz gibi, bir trajediye dönüşebilirdi. Babası yol kenarına çektiğinde vurabilirdi Sibel’i ya da köylüler tarafından linç edilebilirdi. Oysa tüm karakterler üzerinde dönüştürücü bir etkisi oluyor Sibel’in ve bir dayanışma yaratıyor. Bu noktada Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti Sibel’in hikâyesinden bir mağduriyet yaratmak yerine, genç bir kadının kimliğini kutluyor.
Geçtiğimiz yıl Adana Film Festivali ve Ulusal Yarışma’da ödülleri toplayarak yolculuğuna başlayan Sibel, hem Türkiye’de hem de yurt dışında gösterildiği tüm festivallerden övgüleri toplayarak döndü. 22 Şubat’ta vizyona giren ve geçen hafta da T24 Pazar’da Bülent Vardar hocamızca bir değerlendirmesi hakkıyla yapılmış olan filmin yönetmenlerinden Çağla Zencirci ile başrollerindeki Damla Sönmez ve Elit İşcan ile filmin hazırlık ve süreçlerini konuştuk.
Nasıl keşfettiniz Kuşköy’ü? Ve orada geçen bir hikaye anlatmaya nasıl karar verdiniz?
Çağla Zencirci: Başlangıçta niyetimiz hakikaten kuş dilinin olup olmadığını ve ne kadar kullanıldığını görebilmekti. Kuşköy’e ilk gidişimiz bu nedenle. Her ne kadar cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla dili kullananların sayısı azalmış olsa da hâlâ konuşulduğunu fark ettik. İki-üç gün kaldık köyde ve oradan turist olarak ayrıldık. Bizim yönetmen olduğumuzu ve köyle ilgili bir film yazmayı düşündüğümüzü bilmiyorlardı. Zaten açıkçası o esnada biz de bilmiyorduk. Oraya yönetmen sıfatıyla gitmemiştik.
Guillaume’la çektiğimiz filmler genellikle dil üzerine oluyor. Diliyle ilgilendiğimiz yerlere gidiyoruz. Bir de tabii yemeği güzelse gidiyoruz. Kuşköy’de ikisi de var. Orada kaldığımız süre boyunca, bazen etrafta yürürken, bazen de köyün kahvesinde otururken, her 10 dakikada bir başlı başına film olacak sahneler gördük, yaşadık.
Bir gün yine kahvedeyken 25 yaşlarında bir kadın geçti önümüzden. Etrafındakilerle ıslık çalarak anlaşıyor, bir şeyler söylüyordu. Ama ıslıktan başka bir şekilde de cevap vermiyordu. Orada onu görünce fikir hemen kafamızda oluştu zaten.
Peki bir kadın hikayesi anlatamaya da o anda mı karar verdiniz?
Ç.Z.: Karadeniz’deki kadınlar o kadar muhteşem ki Karadeniz’de başka ne hikayesi anlatılır, açıkçası bilmiyoruz. Damla’yla oraya ilk gittiğimizde, etrafta dolaşmaya çıkmıştık. İki kadınla karşılaştık, sırtlarında yüklü küfelerle ilerliyorlardı. Bir çeşmenin yanında oturuyorduk, yanımıza geldiler. Damla’yı tanıdılar hemen. Muhabbete başladık.
Küfelerini yere bırakmışlardı. “Bir tanesini alsana sırtına, bakalım nasıl olacak” dedim Damla’ya. O kadar ağırdı ki, yüklendi ama kaldıramadı. Dur ben yaparım diye atıldım; ben de kaldıramadım. Sırtlarında bu küfelerle, daracık patikalardan koştura koştura yanımıza geldikleri için ihtimal verememiştik bu kadar ağır olabileceğini yüklerinin.
Gerçekten 45 derecelik yokuşlarda, ayaklarında lastik ayakkabılarla gün boyu koşturuyorlar. Sadece dışarıda değil, evin içinde de genel olarak yönetim kadınların elinde. Bu kadar güçlüyken varlıkları, Karadeniz’de kadın filmi yapılır dedik biz de.
Ç.Z.: Bu coğrafyada otoriter ve sert baba figürünün işlendiği filmler çoğunlukta. Bizim başka bir ilişkimiz daha var babalarımızla. Aralarından su sızmayan baba-kız ilişkileri de var. Ama bu bir şekilde daha az işleniyor.
Hem bu vardı aklımızda hem de bir yandan da şöyle bir şey istedik: Sibel’in aldığı kararlarda erkekler etkili olmasın. Öyle erkek karakterler yaratalım ki, Sibel’i gitmek istediği yöne doğru itsinler ve de karar verme aşamasına geldiği zaman da, kendi kararlarını alacak şekilde onu desteklesinler.
Böyle iki karakterimiz var. İkisi de Sibel’in kararlarında etkili değiller aslında. Sibel kendi kararlarını kendisi veriyor. Ama tabii burada baba figürü çok önemli. Babanın Sibel’i bir şekilde, diğer kadınlara uygulanan baskılardan uzak yetiştirmiş olması, Sibel’i zaten bir şekilde güçlü kılıyor. Öyle bir baba figürü bizim için önemliydi.
Ayrıca köyün gerçek muhtarından da çok esinlendik. Köyün muhtarının kızlarıyla kurduğu ilişki o kadar şefkat dolu, öylesine arkadaşça ki… Biz de onun üzerine kurduk filmdeki karakteri ve kızı Sibel’le olan ilişkisini.
Filmin en başında bir röntgen sahnesi vardı; ıslık diliyle konuşan birinin röntgenle ağız hareketlerini gösteriyordu. Böyle bir sahneye yer vermenizin amacı neydi?
Ç.Z.: 1960’larda, Fransız Dil Kurumu’nun Kuşköy’de çektiği 16 milimetre 30 dakikalık bir belgesele ait o görüntü. İnternette de var aslında. Biz projenin geliştirme aşamasında hem Türklere hem de yabancılara kuş dilinin gerçekten var olduğunu anlatmak için hep o videoyu gösteriyorduk.
Ve filmin montajına başladığımızda düşündük; “Biz etrafımızdakilere hikayeyi anlatmaya hep bu sahneyi göstererek başladık, o zaman filme de bununla başlayalım. Hem seyirciye de bunun gerçek bir dil olduğunu göstermiş oluruz” dedik ve filme ekledik.
Islık dilini bilmeyen izleyicinin bunun kurmaca ya da Sibel’in kafadan attığı köylünün de ona ayak uydurmak için öğrendiği bir dil olduğunu düşünmesini istemedik. Hayır, bu gerçek bir dil; oradakiler bu dili konuşuyor ve anlıyorlar. Amacımız bunu göstermekti.
Bir de filmde Sibel’in ıslık diliyle konuştuğu her cümlenin, hece hece doğru olmasına dikkat ettiniz sanırım.
Ç.Z.: Bütün diyaloglar kuş dili öğretmenimiz tarafından kuş diline çevrildi. Sonra da Damla o diyalogları çalıştı. Filmdeki tüm diyaloglar gerçek. Daha sonra hocamıza kontrol ettirdik, doğru olmuş mu diye. Çekim sırasında ses düzeyi istediğimiz seviyede olmayan ıslıkların da Damla daha sonradan dublajını yaptı.
Sibel karakteri, Giresun’da bir köyde yaşasa da aslında çok evrensel bir hikayeye sahip. Ben İstanbul’da doğup büyüdüm, çok farklı koşullarda yaşadım ama Sibel’in hikayesinde kendimden çok fazla şey buldum…
Ç.Z.: Amacımız da bu zaten. Bütün filmlerimiz öyle. Hep yerel bir konuyla yola çıkıyoruz ve bunu evrensel bir hikayeye nasıl dönüştürebiliriz diye düşünüyoruz. Sibel’de anlatılan konu Türkiye’ye has değil sadece. Köye has bir konu da değil. Kadın dayanışmasının eksikliği, kadının kadına yaptığı eziyet, ataerkil toplumun erkek üzerindeki etkileri… Bunlar tüm dünyaya yayılan meseleler.
Adını başkarakterinden alan bir film bu. Haliyle bu karakteri canlandıracak oyuncu da çok önemli. Damla’yla çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Ç.Z.: Daha önceki filmlerimizi hep birileriyle tanıştıktan sonra, onları düşünerek, onlar üzerinden yazmıştık. Onların bize anlattıkları hikayeleri dinledik. O hikayelerden yola çıkarak bir senaryo yazdık ve hikaye anlatanları filmimizde oynamaya ikna ettik.
İlk defa tamamen kurmaca bir hikaye, olmayan bir karakter üzerinde çalışmaya başladık. Bize bir yüz gerekti, hikayeyi etrafında tamamlamak için. Nedense daha ilk andan itibaren Damla Sönmez’in yüzü vardı aklımızda. Ama Damla’yı tanımıyorduk. Daha önce hiç karşılaşmamıştık. Bizi tanıştırmasını yapımcımız Marsel Kalvo’dan rica ettik.
Daha senaryo yokken Damla’yla görüşmek istedik. Çünkü öbür türlü, karakteri onun üzerinden kurgulayıp sonra da tanışıp anlaşamasaydık çok zor olurdu herkes için. Ya da belki de o projede yer almak istemeyebilirdi. Oyuncunun tamamen oyununu bozan bir proje bu. Hiç konuşmasına izin vermiyoruz bir kere. Hem ıslık çalarken yüzü deforme oluyor; böyle bir şeyi tercih etmeyebilir diye düşündük. O yüzden başlamadan tanışmamız lazımdı.
Senaryoyu henüz şekillendirmediğimiz için beş satırlık bir özetle gittik Damla’ya. Doğu Karadeniz’de bir köyde, sadece ıslık diliyle anlaşan bir kız var vesaire diye kabaca anlatan bir özet… Şöyle bir okudu ve hemen kabul etti. “Yalnız bir sorunumuz var” dedi, “ben hiç ıslık çalamıyorum. Ama söz öğreneceğim.” Ondan sonra da kendini ıslık dilini öğrenmeye adadı. Bazen sabaha karşı üçte Damla’dan bir video geliyordu, ıslık çalma denemelerinin olduğu… Çok çok çalıştı.
Peki Damla, Çağla Hanım’ın dediği o beş satırda neler yazıyordu ki seni bu role bağladı?
Damla Sönmez: Öncelikle Kuşköy’den ve orada ıslık diliyle konuşulduğundan bahsettiler. Sonra da karakteri anlatmaya başladılar. Daha ilk andan, Sibel karakterini çok iyi tanıyormuşum gibi hissettim. Genelde bilinmeyenden korkulur, o korku da nefreti, ötekileştirmeyi de beraberinden getirir. Sibel karakterinden bahsettiklerinde de bunu hissettim; iletişim bariyerleri yüzünden eksik görülen bir karakter bu. Kimsenin yanına yaklaşmak istemediği, lanetli sayılan…
Aslında Sibel bir karakter değil, hepimizin içindeki bir parça gibi geliyor bana. Çünkü pek çok farklı konuda Sibel gibi hissedebiliyoruz. Bazılarımız isyan etmeye cesaret edebiliyor; bazılarımız da edemiyor. Şuramda bir yerde gibi geldi Sibel bana (kalbini işaret ediyor). O yüzden senaryoyu beklemeye başladım. O da ipuçlarından tahmin ettiğim gibi, çok iyi yazılmıştı.
Islık dili konusuna girmeden olmaz: Nasıl bir dildir bu? Ve daha da ilginci, nasıl öğrenilir? Bir enstrüman ya da dil öğrenmeye benzemese gerek…
D.S.: Dünyada pek çok yerde var aslında ıslık dili ama Kuşköy’deki çok farklı. Sadece komutlar üzerine kurulu bir dil değil. “Gel”, “git”, “söyle”, “koş”, “et” gibi anlık ifadelerden oluşmuyor sadece. Her heceye denk gelebilecek bir ses var bu dilde. Karşılıklı olarak diyalog kurmaya müsait. Üzerine çok fazla belgesel çekilmiş. Yıllar içerisinde dünya çapında pek çok filmci buraya gelmiş. O yüzden köy halkı çok alışıktı yanlarında kamera olmasına. Hatta bizi de belgesel çekmek için oradayız sandılar. Biz günlerce prova ve hazırlık yaptığımız için anlamadılar ilk anda, “Siz de bir türlü çekemediniz bu filmi” der gibi bakmaya başladılar.
Köy halkı çekim süresince çok yardımcı oldu bize. Çağla ve Guillaume da herhangi bir yerde gösterim yapmadan önce filmi ilk oradakilere izletti, yorumlarını almak için. Köy okulunun bahçesinde bir perde kurup özel gösterim yaptılar. Gelen tepkiler de çok iyiymiş. Biz orada değildik maalesef.
Ama hâlâ iletişim halindeyiz orada edindiğimiz dostlarımızla. Instagram’dan yazışıyoruz bazen. “Ne zaman geliyorsunuz” diye soruyorlar. Annemler bir Karadeniz turu yaptı, oraya da uğradılar. Fidan diye bir arkadaşımız var köyden. “Annenlerle fındık yollayayım mı” diye mesaj attı geçen gün. Bağlarımız kopmadı orasıyla anlayacağınız.
Sen projeye nasıl dahil oldun Elit?
Elit İşcan: Bana önce senaryo geldi, sonra da Çağla ve Guillaume’la tanıştım. Beraber bir film yaratmaları ilgimi çekti ilk başta. Ben de tam o sıralarda, erkek arkadaşımla çektiğimiz bir belgeseli tamamlamak üzereydim.
Senaryoyu da çok sevmiştim; hem ortaya çıkış hikayesi de çok güzeldi. Çağla ve Guillaume’un diğer filmlerinde de çektikleri yerde uzun süre yaşamaları, hikayelerinin karakterlerini tanımaları, onların gerçek hayatlarını kurgusal bir hikâyeye dönüştürmeleri çok hoşuma gitmişti. Çağla ve Guillaume’u da yakından tanıyınca, ne olursa olsun bir şekilde bu projenin parçası olmak istediğini söyledin onlara. Sibel’in kardeşi Fatma olarak dahil oldum projeye… İyi ki de olmuşum!
Orada yaşadığımız deneyim çok farklıydı gerçekten. Karadeniz’in doğası her yerden çok farklı. Kendine ait bir kişiliği var.
Damla: Evet, bir karakteri var ve yaşıyor. Sizinle iyi anlaşmasını bekleyemezsiniz. Siz ona uyum sağlamak zorundasınız.
E.İ.: Her gün kadınlar, yolları açmak için otları toplayıp çalıları, dalları kesmek zorunda kalıyordu. Doğa gücünü gerçekten hissettiriyor. Sanki bir şey yapmazlarsa o yeşillikler tüm etrafı saracak, biz de içinde kaybolup gidecekmişiz gibi.
Peki ne kadar sürdü çekimler?
D.S.: Beş hafta…
Aslında kısa bir süre film çekmek için ama diğer taraftan ekiptekiler için de zorlayıcı olmalı.
D.S.: Evet, beş hafta çok kısa bir süre. Keşke daha fazla vaktimiz olsaydı. Bu kadar az vakitte böyle iyi bir iş çıkarmamız, biraz da ekiptekilerin motivasyonu ve inancı sayesinde oldu. Çok zor şartlarda çalıştık ama herkes “ekipçe bunu başaracağız” diye inanarak yaptığı için işini, sonuç da tatmin ediciydi.
Bazı çekimler için gece üç, üç buçuk gibi kahvaltı edip yola çıkmamız gerekti. İlk bir-iki hafta boyunca da 1500-2000 metreye çıkıp indik her gün.
E.İ.: Herkes gerçekten üzerine düşenden fazlasını yaptı çekim boyunca. Çok cesaretlendiriciydi bunun bir parçası olmak.
Sibel rolü ıslık dili haricinde de zor bir rol. Sahnelerin yüzde doksan beşinde sen varsın. Güçlük çektiğin yerler oldu mu? Rolüne başka nasıl hazırlandın?
D.S.: Çok fazla prova yaptık. Çekimler Ağustos’taydı ama biz Haziran’da başladık köye gidip gelmeye. Yerleri gezdik, civarı tanıdık.
Açıkçası ben kendimi biraz şanslı hissediyorum. Genelde oyuncular senaryoya ve nasıl anlatılacağına çok fazla dahil olmaz. Bizse bütün sahneleri tartışıyorduk. Çağla da Guillaume da tüm fikirlere çok açıktılar. Zaman zaman ben ikna ettim onları, bazen de onlar beni… Sahnelerin yerlerine bakmaya bile birlikte gittik.
Evet, onlar zamanla azaltmışlardı yer alternatiflerini ama son yerleri toplu olarak gittik gördük. Hangi sahneyi nerede, nasıl çekeriz diye bir arada düşündük. Tartışa tartışa ilerledik.
Bir taraftan askerlik eğitimi gibi bir hazırlıktan geçtim. Ormanda kazıkla koşa koşa yılan öldürdüğüm sahne, Ali’yle kavga edişimiz, tüfekle ateş etme… Tüm bunlar için defalarca çalışmam ve hazırlanmam gerekti.
Evet, tüfeği düşünmemiştim; onun için de bir eğitim aldın değil mi?
D.S.: Tabii. Hayatımda daha önce hiç bu kadar fiziksel olarak çalışmamıştım. Her gün egzersiz yapıp çalışmam gerekiyordu. Aksi takdirde kaldıramayacağımı biliyordum.
Mesleğin bu kısmını çok seviyorum. Size yapabileceğinizi ihtimal vermediğiniz şeyleri yaptırabiliyor. Kendinize ait bambaşka güçlerinizi keşfediyorsunuz. “Hmm bunu yapabilirmişim demek” diyerek kendi kendinize şaşırıyorsunuz.
Mesela çekimlerin ilk günlerinde -bu sadece benim için değil, tüm ekip için geçerli- çalı çırpıya takılmayalım diye dikkatli dikkatli yürürken sonra bir baktık, hepimiz ormana alışmışız, bir parçası oluvermişiz.
E.İ.: Aslında tüm köyün bir parçası olduk sonunda.
D.S.: Evet, kesinlikle.
E.İ.: İkimiz de köyün çok farklı taraflarını yaşayarak oranın bir parçası haline geldik. Damla sürekli ormandaydı. Bense köyde, merkezde; köy halkıyla birlikteydim gün boyu. Onlarla konuşup sohbet ediyordum.
D.S.: Ben biraz daha soyutlaşmış durumdaydım ama Elit köyün genç kızlarıyla düğünlere, kına gecelerine gitti.
İkiniz çok tezat karakterler canlandırıyorsunuz. Ama bu iki karakter de belirli bir noktada, bir kırılma yaşıyor. Mesela Fatma başlangıçta, topluma dair eleştirdiğimiz her şeyin bir tür sembolü gibi davranıyordu ama sonrasında çok farklı bir yönde ilerlemeye başladı. Sibel’i çoğu zaman anlasak da Fatma’yla özdeşleşmek daha güç. Sen role hazırlanırken, Fatma’nın kafasındakileri nasıl benimsedin? Neler hissettiğiyle ne şekilde empati kurdun?
E.İ.: Ben aslında Sibel ile Fatma’nın deneyimlerinin, hislerinin çok farklı olmadığını düşündüm en başından beri. Sibel köy halkı tarafından dışlanıyor, Fatma da aile içinde. Ailesine karşı sevgisi karşılık bulamıyor. Onun eksikliği veya kıskançlığıyla öyle davranıyor diye düşünüyorum.
D.S.: Kendi evinin Sibel’i o da. “Sibel’in bir parçası herkesin içinde” diyerek kastettiğim de o zaten. Konu veya durum farklı olabilir ama hepimizde öyle bir taraf var.
E.İ.: Evet, Fatma da Sibel’den çok farklı değil. Başka bir yerden gelen bir yalnızlığı var onun da. Zaten bence sonunda da onu fark ediyor ikisi de. Aslında ne kadar benzediklerini, aynı şeye maruz kaldıklarını…
D.S.: Sibel kendi gücünü bulup Fatma’ya şefkat gösterdiğinde, Fatma zaten teslim oluyor. Sibel’in dönüşümü Fatma’yı da etkiliyor.
Az önce konuştuğumuz gibi katmanlı bir hikâye anlatılıyor filmde. Semboller üzerinden pek çok konuya değiniliyor. Kadın dayanışması da var, genç bir kadının kendi kimliğini bulma çabası da. Sizce esas olarak anlatılan nedir?
D.S.: “Farklı olandan korkmamanız gerek.” Filmle ilgili benim ilk aklıma gelen mesaj bu. Korku merakın önüne geçtiği zaman anlaşmazlıkları, nefreti ve ötekileştirmeyi de beraberinde getiriyor.
Farklılıklarımızla bir arada olmak, bizde olmayan şeyin bir başkasında olması bizi mutlu edeceğine, tehdit altındaymış gibi hissettiriyor. Güzel olabilecek şeyleri de ortadan kaldırıyor. Köy halkının Sibel’i, farklı şekilde iletişim kurduğu için dışlaması; Ali’nin dışarıdan geldiği ve ne yaptığı anlaşılamadığı için hemen yaftalanması… Tam da bunun örnekleri. Sibel kendi kendine o gücü verdiği zaman, “Ben ayrı bir parçası değilim bu köyün” dediği zaman içinde bulunduğu topluluk da onu kabul etmeye başlıyor.
Ayrıca filmde sadece erkeğin kadına, toplumun kadına yaptıkları değil; baba karakteri üzerinden erkeğin maruz kaldığı baskı da anlatılıyor. Her bir bireyi kendi olarak, kendi özellikleriyle kabul etmek üzerine bence bu film. Ama sadece bununla anlatmak da eksik bırakır hikayeyi. Tek bir konu yok çünkü bu filmde. Hayatın kendisi gibi…
Peki sizin günlük hayatınızda en çok hangi anlarda buna benzer hisler içerisinde buluyorsunuz kendinizi?
E.İ.: Tabii, toplum baskısı, toplumsal cinsiyetin dayatmaları hepimizin hayatında var. Her ne kadar modern diyebileceğimiz, bu konuda bizi serbest davranan çevrelerden gelsek de hepimize belirli roller yükleniyor.
D.S.: En üzücüsü, daha hiç bilmeden, tepki almadan, otosansür uygular gibi kendi kendimizi dışladığımız anlar. Olduğumuz, olmak istediğimiz gibi davranamadığımız… İnsan bunları düşününce bir sonraki adımda aşabiliyor aslında, ama o duygu bir şekilde bir yerden çıkıp sizi yine engelleyebiliyor.
E.İ.: Güçlenen faşizm var öte yandan. Dünyanın her yerinde bu böyle. “Ötekiden korkmak” benimsenmiş bir şey artık. Yaratılmış bir hal, bir korku.
D.S.: Teknolojinin ilerlemesi, iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla bir gün hepimiz bir araya gelebilirsek çok güzel olur hakikaten. Bence engellenmeye çalışılan da o buluşma. O eller bir araya gelmesin isteniyor sanki. O eller bir araya gelirse muhteşem şeyler yaratılabilir çünkü.