Giyim kuşam söz konusu olduğunda Simon de Beauvoir’ın eleştirilerinin çoğunun hedefinde, kendini modaya adayan, şık şıkırdım burjuva kadınları vardır.
Kadın nedir? 1949’da yayınlanan İkinci Cins adlı kitabına bu soruyla başlar Simone de Beauvoir…
Kadını kadın yapanın ne olduğunu tarihsel, ekonomik, toplumsal ve psikolojik bağlamda işlerken, kadınlara bir ayna tutar adeta. Böylece, o güne kadar toplumda kadın ve erkek olmaya dair öğrendiği, alışageldiği ne varsa hepsini bir bir sorgulatır insana. Bu sorgulama, bir yandan üzerine bastığınız zemini kayganlaştırır, bir yandan da değişim gücü verir. Kendini ve dünyayı değiştirmek de böyle mümkün olmuyor mu zaten?
Beauvoir’ın doğum günü olan 9 Ocak’ta, sosyal medyada onun pek çok fotoğrafıyla karşılaştım. Özellikle böyle günlerde âdet olduğu üzere sayısız aforizması Twitter akışında yerini aldı. Günün en güzel içeriğiyse, feminist internet sitesi 5Harfliler’in “İyi ki doğdun, iyi ki yaşadın, iyi ki yazdın,” sözleriyle paylaştığı, Fransız düşünürün 1976 tarihli röportajıydı.
Fotoğraflarına baktıkça Beauvoir’ın şık giyinen bir kadın olması üzerine yeniden düşündüm. Kırmızı ruju ve ojeleri, kararında ama göze çarpan takıları, kendine has saç modeli ve özenli giysileriyle görünüşünü önemseyen bir kadın izlenimi veriyor. Halbuki İkinci Cins’i okuduğumda, onun modayı reddetmesi ve süslenip püslenmeye karşı son derece katı bir tutum sergilemesi aklımda en çok yer eden şeylerden olmuştu. Örnek vermek gerekirse, şöyle yazmıştı:
“Süslenmenin iki ayrı yönü vardır, bir yandan kadının toplumsal saygınlığını (yaşama düzeyini, varlığını, çevresini) yansıtmaya yarar, öte yandan da kadının kendine hayranlığının somut simgesidir; hem bir belirti, hem de bir mücevherdir; hiç bir şey yapmama'nın acısını çeken kadın, süslenme aracılığıyla varlığını dile getirdiğini sanır. Güzel olmaya çalışmak, giyinmek onun için, yuvasına sahip çıkmasına izin veren ev işi gibi, kişiliğini kendine mal etmesine yardım eden şeylerdir; süslendiği zaman ben'ini kendi eliyle seçip yarattığını sanır.”
Yoksa Beauvoir kendiyle çelişmiş miydi? Sanmıyorum. Ancak onun bunları hangi bağlamda söylediğini atlamamak gerek bence. Kitabını, o dönemde lüks modanın tartışmasız başkenti sayılan Paris’te yazdı. Üstüne üstlük, Fransız tasarımcı Christian Dior’un korsajlı etekler, bele oturan ceketler, hanım hanımcık şapkalar ve yüksek topuklu ayakkabılarla yarattığı 1947 tarihli New Look (Yeni Görünüm) akımının modayı kasıp kavurduğu zaman diliminde… Bu akım, modada çığır açmıştı açmasına ama metrelerce kumaşla tasarlandığı için savurganlık simgesi olarak topa da tutulmuştu. Hem öylesine teferruatlıydı ki tıpkı 1900’lerin korseli kılıkları gibi kadınları süs bebeklerine çeviriyordu.
Düşünün, Paris’te yaşayan ve Dior tasarımları giyen İngiliz yazar Nancy Mitford, memleketine yazdığı mektuplarda, sosyal statüsünü belli eden giysileri yüzünden Paris sokaklarında hakarete uğradığını yazmıştı. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin yavaş yavaş toparlanmaya başladığı yıllarda buna düpedüz burjuva sınıfının israfı gözüyle bakılıyordu.
“Kendimi şık buluyor, bundan gurur duyuyorum!”
Uzun lafın kısası, giyim kuşam söz konusu olduğunda Beauvoir’ın eleştirilerinin çoğunun hedefinde, kendini modaya adayan, şık şıkırdım burjuva kadınları vardır.
Nitekim 1960’te yayınlanan, yaşamını anlattığı kitabı Olgunluk Çağı’ında, bambaşka bir yönünü görürüz.
“O kış özel bir özenle giyindim. Kendime yumurta kabuğu rengi güzel bir yünlüden bir tayyör, siyah plise bir etek, sarı ve siyah eşarplara uydurduğum siyah ve sarı gömlekler diktirdim. Saç biçimimi değiştirdim; modaya uydum ve saçlarımı yukarı kaldırdım. İlkbaharda kendime küçük bir tülle taktığım siyah, tepesi düz ve kasık bir hasır şapka aldım. Kendimi şık buluyordum ve bundan gurur duyuyordum.”
Maksadım Beauvoir’ı bir stil ikonuna çevirmek değil elbette. Madem yoldaş metinlerimden saydığım İkinci Cins önümde uçsuz bucaksız bir yol açtı, bu yolda yürürken daima sorgulamayı Beauvoir’a borçluyum. Tabii onu sorgulamayı da…