Şebnem Şenyener

26 Haziran 2016

Yedi gol

Sanki bir karamboldan kurtulup, eski hayattan derin bir nefesle yepyeni bir hayata başlamışçasına

ŞEHİR TELLALI

New York - Londra - Roma 

 

 

Çocukluğumunda beni düşündüren en büyük gizemlerden biriydi babamın futbolu nasıl bıraktığının hikayesi. O hikayeyi, hayattayken tanıma şansına sahip olmadığım babasını ve İzmir’i bana anlatmak için anlatırdı çünkü. Sanki futbol ile bir ilişkisi yokmuşçasına. Tekrar tekrar sorup ona sık sık anlattırırdım. Çok da güzel anlatırdı bir masal gibi. Anlattırdıkça sorular daha da büyürdü kafamda.

Zamanında şampiyonluk alan birinci lig takımları İzmirspor ve Altınordu’nun kalecisiydi babam. Kocaman ellerine topu aldığında onun vaktiyle bir profesyonel olduğunu spordan hiç anlamayan insan bile hisserdi. O yüzden en sevdiğim oyunlardan biri tatillerde beni bir futbol topu gibi elinin üstünde, başının yanında taşımasıydı. Sanki elinde topla sahaya çıktığı anlara ait bir duygu taşırdı gülen gözleri, ben zevkten dört köşe kıkır kıkır kıkırdadıkça.

Halbuki ben büyürken onu ne bir kere maç seyrederken, ne bir kere bir takıma tezahürat yaparken, ne de bir kere dostlarıyla futbol tartışırken duydum. Futbolun centilmence, akılla ve taktikle oynandığında iyi bir spor olduğunu söylediğine şahidim. O kadar. Ruhunu sporcu bir ruh diye tanıttı bana. Sporcuydu evet, orası kesin. Beni İzmir’de eskrim maçlarına götürerek büyüttü. Yüzmeye hevesdirmek için elinden geleni yaptı. İşyerinde basketbol ve voleybol takımları kurup her hafta sonu çalışanlarıyla maçlar düzenledi.   

Belki o nedenle, Karşıyakalı Çamur Nebil’i, Pala Halit’i, Altaylı Bayram’ı, İzmirsporlu Tarık Gençay’ı ve tabii Metin Oktay’ı, hakem Bedri Kaya’yı bilirim.  Kemeraltında Süleyman Ferit eczanesinde çalışan Şiş Kemal (amcayı) ziyaret ettiğimizde bir kere bile futbol konuşmadığımız halde onlarında vaktiyle oradan en az bir kere geçtiklerini bildiğimden.

Babamın Çerkez diye anlattığı, Osmanlı ordusu subayı olarak Arabistan’da babaannemin babasıyla arkadaş olan dedem, oğulları, kızı, ve eşinin tersine dindar, fakat kimseye karışmayan bir babadır. Babam futbolu profesyonel oynamaya başlayınca onu karşısına alır. Profesyonel futbolun “onu bozacağını” söyler. Şöhreti, kızları bu “bozulmaya” sebeb gösterir. Bu sözleri babamı etkilemez. Ama oynadıkça zaferin yanısıra sporun içine karışan şikeyi, taraflılığı, para dünyasını, sakatlanmaları, çıbanları da öğrenir. Bazen oyun öncesinde tehditlere, yaralamalara varır iş. Kendini korumayadığı yerde agabeyi yardıma yetişir. Dedemse o konuşmayı bir kere daha tekrarlamaz. Babamın futboldaki başarılarıyla ve dramlarıyla ilgilenmez. Maçlarını izlemeye bir kere bile gitmez. 

Sonunda günün birinde maç için İstanbul’a gittikleri bir oyunda babam sahaya çıktığında tribünde dedemi görür. Gözlerine inanamaz. Dedem ilk kez bir maçta onu seyretmeye, hem de İzmir’den kalkıp taa İstanbul’a gelmiştir.

O gün o maçta, babamın dediğine göre kolundaki sakatlık ve de rakip takımın üstünlüğü nedeniyle, ayrıca babasını, bunca zamandan sonra hiç beklemediği anda ilk kez tribünde görmenin yarattığı psikolojik etkiyle ve de tabii pek çok başka nedenle babam yedi gol yer.

Burayı anlattığında “peki dedem ne dedi?” diye sorarım. Cevabı hep “hiç”tir. “Hiçbir şey demedi, güldü geçti!” 

Halbuki o an, babamın babasıyla ilişkisi bambaşka bir boyuta ulaşır. O an babamın hayatının değiştiği andır. Bir dönüm noktası. Belki o yüzden, o anı hiç duygusal anlatmadı babam. Hep gülerek, kendisiyle eğlenerek anlattı. Sanki derin mavi sulara girip serinlemişçesine. Sanki bir karamboldan kurtulup, eski hayattan derin bir nefesle yepyeni bir hayata başlamışçasına.

www.sebnemsenyener.com